12 Kasım 2015

Eyüp Sabri Bey



Çikinellalar ailesinin yeni üyesi Eyüp Sabri ile tanışın! Artık ailede benden daha kepçe biri var. Oley.
Yavrukuş henüz iki buçuk aylık. Bir aydır bizimle. Tam bir akıllı bıdık. Gün içinde o kadar özlüyorum ki onu, kendimi işsiz kalmayı umarken buluyorum çoğu zaman. Sonra hemen geri alıp hafta sonunun bir an önce gelmesi ve günlerce sürmesi için yalvarmaya başlıyorum evrene. Gerçekten son derece mutsuzluk verici dakikalar oluyor bunlar. Sonra açıp Eyüp Sabri'nin telefonumdaki milyonlarca fotoğrafından birine bakıyorum ve sakinleşiyorum. Baya saçma. Ama çok güzel.

12 Haziran 2015

Musluk

Sadece çiş yapıp da sifonun büyük tuşuna basınca suçluluk duyan insanım. Sabırlı biriyimdir de aslında. Ama diş fırçalarken musluğu kapamayı öğrenemedim bi türlü. Kapıyorum. HEMEN AÇMAK İSTİYORUM SONRA AMA. İçimde bi şeyler kıpraşıyo o musluğu açmak için. Nasıl olucak?

11 Haziran 2015

Çöp

Çöp çıkarmak acayip iyi geliyor bana. Dolaptaki bozulan yiyecekleri, bozulma levelleriyle doğru orantılı bir öğürmeyle poşetlere döküp çöpe koymak, üstüne nefesini tutarak düğümlediğin banyo çöpünü eklemek, üstüne çalışma masası çöpünü devirmek, deterjan kutusunu, dibinde kalan azıcık sıvıyı da yeni kutuya ekleyip evden yollamak. Bisürü karışık içki içtikten sonra kusup kusup rahatlamak gibi bi his.
Sonra o ağır çöp torbalarını konteynırın içine bıraktığın an. O da güzel. Oh.

10 Haziran 2015

Ecevit adımları

Yaşlı birinin kolunda, Ecevit adımlarıyla yürürken, yanınızdan hızlıca geçen insanların da etkisiyle duyulan, varmak istediğiniz yere asla varamayacağınız hissi. Hızlanacak gücü olup hızlanmak isteyip bi türlü hızlanamamak. Bu ara bu his sarmaladı her yanımı. Şuraya yürüyeyim dediğim bi yer de yok aslında ama. Hayırlısı.

13 Mayıs 2015

Muhakeme tekrarı

Bazı şeyler bana hiç olmaz. Mesela hiç bayılmam. Mesela hiç kışlık montumun cebinde para bulmam. Mesela hiç sabah erkenden kendi kendime uyanmam.
Bazı şeyler de sık sık olur. Mesela, muhakeme tekrarı. Biraz açayım. Bazen, bir şey olur, bu olan şey üzerine düşünür, belli yollardan geçer ve bu şeyin sebebini bulurum. Bir süre sonra o şey tekrar olduğunda, düşünüp bulduğum sebebi unutup tekrar başa dönerim. Tekrar muhakeme yapar, son aşamaya gelene kadar da o muhakemeye daha önceden yaptığımı hatırlamam. Örneklerle anlatmaya çalışırsam daha başarılı olacağım sanırım.

Her sabah evden çıkıp Beşiktaş çarşının içinden geçerken karşılaşıp selamlaştığım bir tanıdık var. Daha doğrusu vardı. Bir süredir hiç rastlaşmıyoruz. Geçen sabah her sabah gördüğüm insanı neden artık görmüyorum, acaba işten mi ayrıldı diye düşündüm. Sonra benim artık evden eskisine nazaran daha geç çıktığımı hatırladım, buna yordum ve olayı kendimce "çözdüm".
Bir hafta sonra, evden çıkıp çarşının içinden geçerken, hemen hemen aynı yerde yine aynı şeyi düşündüm. Yine neden artık görmüyorum, acaba işten mi ayrıldı diye düşündüm. Sonra yine benim artık evden eskisine nazaran daha geç çıktığımı hatırladım, buna yordum ve olayı kendimce "çözdüm". İkinci defa. İşin garip ve esas sinir bozan tarafı, son aşamaya gelene kadar bu muhakemeyi daha önce de yapmış olduğuma dair en ufak bir şey hatırlamamam.

Bu sabah da şöyle bi şey oldu mesela. Dergiye girdim, kapıda Bilgen'le günaydın hoşbeşi yapıyoruz. Kolumda kocaman bir bez çanta var. "Niye sırt çantanı kullanmıyosun, omzunu ağrıtır o çanta" dedi. O an beyin bi bulandı bende. Bu düşünce bi tanıdık geldi ama nereden olduğunu çıkaramadım. O arada "Değişiklik olsun diye" gibi bi şeyler dedim. Ama asıl sebep bu değildi. Bu değildi de neydi ulan? Niye geçmiştim bu çantaya ben? Düşüncelerle cebelleşirken hatırladım: Havalar ısındı, sırt çantası sırtımı terletiyor diye!

Tekrara düşmek çok boktan şey.

11 Mayıs 2015

Yürüyüş

İnsan canı çok sıkılınca ne yapar? Aslında doğrusu, canı çok sıkılınca değil, canı çok sıkkınken ne yapar? Benim için bu sorunun cevabı şu: Şöyle bir hava almaya çıkıp biraz yere bakarak yürüyüp geri döner. Yürüyüşün uzunluğu da genelde canın sıkkınlığıyla doğru orantılı olur. Henüz geri dönmeyecek kadar sıkılmadı hiç canım. Bir gün can sıkıntım dayanabildiğim eşiği aşarsa belki de bir yürüyüşe çıkıp eve de geri dönmem, bilmiyorum. Yürüyüşün böyle durumlarda ne kadar iyi geldiğini, ne kadar yardımcı olduğunu Nurla ve Çağla'yla konuşmuştuk yakın zamanda ama birlikte büyüdüğümüz için davranış biçimlerimiz çok benziyor birbirine. Dolayısıyla bunun başkaları için de böyle olup olmadığından emin değildim. Ta ki, 5harfliler.com'daki Emma Gatewood yazısını okuyana kadar. O yazıdan hareketle biraz araştırıp öğrendim ki sadece benim için değil bir sürü kadın için bu böyle. İyi gelmesinin yanı sıra kendini tanımanı da sağlayan bir etkisi var üstelik.

Gatewood'la başlayalım. 67 yaşındayken ani bir kararla yola çıkıp ABD'nin doğu yakasını nerdeyse boydan boya yürüyen Emma Gatewood'la. Hakkındaki detaylı yazı 5harfliler'de. Ama buraya da birkaç cümle alıntılayacağım. Emma Gatewood'un birazdan bahsedeceğim diğer kadınlardan farkı, oldukça yaşlı oluşu. 67. yaşını sürdüğü günlerden bir gün, bir dişçi muayenehanesindeki dergilerin birinde gördüğü Appalachian Yolu'nu yürümeye karar veriyor. Demek ABD'de dişçi muayenehanelerinde gezi dergileri var. Acaba onların dergileri de sekiz yıl öncesine mi ait oluyor genelde? Neyse. Bu yolu yürüyen ilk kadın Gatewood. Ve yürüyüş tam beş ay sürüyor. Daha da ilginci 72. ve 75. yaşlarında birer kere daha yürüyecek aynı yolu Gatewood. Aslında bu tekrarlar bana yürüyüşün sandığım kadar işe yaramadığını düşündürdü ama yine de kendini tanımakta çok etkili bir yol olduğuna inanıyorum. Gatewood hakkında Grandma Gatewood's Walk: The Inspiring Story of the Woman Who Saved the Appalachian Trail isminde bir kitap yazılmış. Bir belgesel de hazırlanıyor imiş.

Yürüyüşten medet uman bir başka kadın, 50 kiloluk sırt çantasını yüklenip kendini Pasifik Yürüyüş Yolu'na vuran Cheryl Strayed. Annesinin hastalığını, ona kötü davranan erkekleri, ona iyi davranan kocasını, kardeşini, uyuşturucuları, her şeyi geride bırakıp uzuun bir yürüyüşe çıkmış 27 yaşındaki Strayed. Yürüyüş sırasında tuttuğu notlardan oluşan Wild: From Lost to Found on the Pacific Crest Trail isimli kitabı Wild ismiyle bir filme de çekildi. Başrolde Reese Witherspoon var. Filmin başında yapamayacağını, geri dönmesi gerektiğini sık sık düşünen karakterin güçlü ve her şeyle başa çıkabileceğine inanan bir kadına evrimi beni epey etkilemişti.

Avustralyalı Robyn Davidson ise yürüyüşünde yalnız değil. Batı Avustralya Çölü'nü yürüyerek geçerken yanında köpeği ve yürüyüş öncesi iki yılını harcayıp evcilleştirdiği üç deve var. Dokuz ay süren yürüyüşü boyunca belirli noktalarda National Geographic fotoğrafçısı Rick Smolan ile buluşuyor. Aralarında garip, gelgitli bir ilişki var. Davidson'ın NG için yazdığı yolculuğu daha sonra Tracks ismiyle filme de çekildi hatta. Filmde Rick Smolan'ı Girls'teki Adam (Edım) oynuyor ve bu film de gayet güzeldi. İzlerken, yıllar önce anne-babmla gittiğim bir tatilde turistik bir deveyle çektirdiğim fotoğraf geldi. Çok korktuğumu hatırlıyorum hayvandan. Şimdi de bana epey uzak üç deveyle birlikte bir yolculuğu çıkmak. Baya uzak. O ne öyle hatta yani. Düşündükçe iyice saçma geliyor. Gerçi Davidson'ın mantıklı bir sebebi vardı, sanırım eşyalarını develere taşıttırıyordu. Filmi izleyeli epey oldu, unutmuşum.

Velhasıl, umuyorum hayat beni uzun bir yürüyüşe çıkmak zorunda bırakmaz. Çünkü ben böceklerden çok korkuyorum.

30 Nisan 2015

S.A

Long time no see ha sevgililerim... Dört sene olmuş yazmayalı. Bu süre içinde, kendimi önce görsel blog'a verdim (tumblr'ıma yani), sonra 140 karakter batağına düştüm, sonra hepsinden elimi eteğimi çekip günlüğüme önem vermeye başladım, şimdi tekrar burdayım. Sanırım Sibel Can ya da Acun döngüsü falan gibi bi şeyin içindeyim. Hepsine aynı anda ilgi göstermeye ilgim yetmiyor. Zaten bilen bilir, genel olarak hayata karşı ilgisiz bir insanım. Gene iyi bile ilgilendim yani buralarla.

Bir süre önce, bu blogu tutarken takip ettiğim birkaç blogger'ın hâlâ yazmaya devam ettiğini, benim de eskisi gibi uzun yazı okumaya hevesli olduğumu fark ettim. Keşke ben de tekrar yazsam deyip duruyordum ama kılımı kıpırdatmıyodum tabii ki. Geçenlerde kendime ismimsoyismim.com'lu adres alıp yazılarımı, röportajlarımı falan bir araya topladım. Sonra kızlara linkini gönderdim, benden başkaları da girmiş olsun siteye diye. Onlar önce buraya yeni yazı girdiğimi sanıp heyecanlandılar. Ben de onların bu heyecanından heyecanlandım sanırım. Bütün bunlar birleşti ve sonuç olarak kendimi yine burada buldum. Eski yazıları okudum, bazılarına çok güldüm, bazılarından utandım, bazılarından daha çok utandım ve yayından kaldırdım. İnsanın sadece bikaç sene önce yazdıklarından ölesiye tiksinmesi ne garip. Size de oluyo di mi? Oluyodur inş.

Tekrar konuya dönüyorum. Aradan geçen yıllar içinde epey bi şeyler değişti. Mesela yaşım. 28 oldum. Evde vakit geçirmeyi sever oldum. Tek başıma vakit geçirmeyi öğrendim, çok da hoşuma gitti hatta. Saçlarımın kendi rengini sever oldum. Kırmızıya, mora falan boyamanın ne manası varmış acaba?

Balıklarım öldü. Birini klozete attım, birini Cihangir Parkı'na gömdüm. Ama hangisi hangisiydi tam hatırlayamıyorum şu an. Sanırım şehrin kanalizasyonundan geçerken birtakım canlılara yem olan Şapşi, parkta dolanan kedilerin birinin midesine inen de Sabri idi.

Sonra kaşçımız Ayşe abla Gana'ya taşındı. Ben Adana'ya taşındı sandım uzun bi süre. Sonra öğrendim ki Gana'ymış. Orda kuaför dükkanı açmış, batmış, geri gelmiş falan. Ama o arada ben ikametimi Taksim civarlarından Beşiktaş'a aldırdığım için bi daha hiç görmedim kendisini.

Kazancı Yokuşu'ndaki efso evimizden yıkım kararı çıktığı için taşındık. Bir sene filan Boğazkesen'de oturduk Erdem'le ama hiç tat almadık açıkçası. Sonra allahtan saçma evsahibimiz evi satıp Fethiye'de koy almaya karar verdi de çıktık ordan. Ben köy alacak sandım uzun bi süre. Sonra öğrendim ki koymuş.

Beşiktaş'taki nonnüş evimize taşındık Erdem'le. Burda keyfimiz yerinde şimdi.

İşler güçler de değişti tabii bu süre içinde. Radikal, internet gazetesi oldu. Sonra kısa kısa gazete, işsizlik, pr ajansı, yayınevi maceraları. Şimdi Penguen.

Uzunca bir elma serüveninden sonra şimdi Erman.

Tülin evlendi, nikahında ona şahitlik ettim. Sonra Çağan doğdu. Nurla Küçükyalı'da, Çağla Şişli'de, Dilara Londra'da, Orbay Viyana'da, Ozan Bostancı'da, Hasanpaşaboyz artık Erkan ve Ozan değil; Erkan ve Erdem. Çağatay ve Yonca evleniyor. Sinem tiroidini aldırdı. Banu ev aldı. Volkan hâlâ havuza gidiyor. Ben yogayı bıraktım.

Ama spora başladık Erman'la. Kendime bir hafta filan vermiştim ama gayet beş aydır bilfiil gidiyorum valla. Hoşuma gitti güçlendiğimi ve tabii sırt ağrımın yok olduğunu görmek. Ama şöyle bi şey oldu: İlk günkü ölçümden iki ay sonraki ikinci ölçümde yağ oranımın artıp kas oranımın azaldığı ortaya çıktı. Böyle mantıksız şeyler hep benim başıma gelir zaten. Bi motivasyonum kırıldı ama sonra kendi kendine geri geldi. Baya bi göbeğim olduğu ve yaz da son hız yaklaşıyor olduğu için olabilir. Feminik okumalar yapıp duruyorum ama hâlâ yazın göbeğim olmasın istiyorum. Kimseye fitlik borcum yok allaaşükür halbuki değil mi? Ama o işler öyle olmuyor işte. Ya da oluyor da ben yapamıyorum. Bilmiyorum. Allah fitlerin belasını versine doğru gidiyorum şu an. Konuyu değiştireyim.

Artık papatyaları değil de nergisleri, frezyaları falan sever oldum. Hatta severim dediğim bi ton şeyi sevmez, sevmem dediklerime bayılır oldum. Ayarım yok çok şükür.

Dizi namına en son Friends'ten, Lost'tan filan bahsetmişim blogda. Onlardan sonra olaylar çok gelişti tabii. Girls, Sherlock, Black Mirror, Fargo, True Detective, Breaking Bad, Game of Thrones falan izledik. Hepsi de brilliant yapımlar. Emeği geçenlerin emek veren yerleri dert görmesin.

Sonra Peyote'ye de pek gitmiyoruz artık. Az gidiyoruz. Çok az ama. Hiç denecek kadar az. Hatta hiç. Gidiyo muyuz gitmiyo muyuz ben de anlamamışım heralde ki anlatamadım. Gitmiyoruz sanırım. Ayh tamam. Zeplin'e, Ayı'ya filan gidiyoruz Kadıköy'e. Taksim'den midemiz bulanıyor artık. Ama hâlâ bi gün -literally- çılgın gibi eğlenmek istersek gideceğimiz yer Taksim olur. Kışları evde oturuyoruz, yazları Kaş'a gidiyoruz. Yazları dediğim yaz mevsiminin bir haftası.

Aa Gezi Parkı direnişini nası unuturum! Herhalde bu şehirde geçirdiğimiz en iyi yazdı. Çok mutluyduk, yaşam doluyduk. Yaşam dolu olan bazılarımızın yaşamı sona erdi o günlerde. Sonra yavaş yavaş ateşimiz söndü, sonra işte "Aa Gezi Parkı direnişini nası unuturum"a kadar geldik.

Ne zaman oldu bilmiyorum, bir anda Trileçe diye bi tatlı peydah oldu ve her pastanede o satılıyor bi süredir. Ama biz fıstıklı dürümden (a.k.a yeşil) hiç vazgeçmedik. Özellikle de kışın. Yazlarıysa Cihangir merdivenlerde yenen Yaşar Usta Dondurması. Bi de Kaş meydandaki mavi renkli şirinler dondurması. DejaVu'da longisland içip kampa dönmeden hemen önce. Sürekli Kaş'tan bahsetmek istiyorum. Anlıyosunuz heralde?

Ha bi de kadın taksicinin taksisine bindik bi kere. Hep anahaberde görüyoduk, gerçekten varmış öle bi şey.

Şimdi şöyle bir bakıyorum da pek de bi gelişme olmamış gibi. Olmuş da, hep tırt tırt gelişmeler. Neyse malzeme bu sonuç olarak. Okursanız aradaki açığı kapatabiliriz bi nebze de olsa. Bundan sonra da yazmaya devam edersem her şey planlandığı gibi gitmiş olur. Acaba edicek miyim? Ay vallahi ben de hiç bilmiyorum şu an. Ederim inş.