21 Kasım 2009

Ya.rak gibi gün

Her insan gibi benim de bir güne başlama rutinim var. Hele işe başladığım şu son 1 ayda istisnasız her güne şu şekilde başlar hale geldim:
Sabah telefonumun alarmı çalar, bir kez erteleye basarım ama bokunu çıkarmam ikincisinde gözlerimi açarım. Gerçi yataktan çıkana kadar üçüncüsü çalar. "Geç kalıyom lan" deyip çıkarım yataktan, zaten deli gibi çişim gelmiştir hemen tuvalete koşarım. Yüzümü yıkarken alarm dördüncü kez çalar. Koşup kapatırım. Sabah sersem kafayla ne giyeceğime karar veremeyeceğimi bildiğimden akşamdan giymeyi planladığım kıyafeti dolaptan alır giyerim. Makyaj yaparım. Makyaj dediğim de gözüme kalem sürmek. Buraya kadar olan kısmın içinde sabit olmayan bir noktada balıklara yem vermek de var. Makyaj yaparken beni almaya hangi araç geliyorsa onun şoförü arar. Hemen iniyorum kapıya diye yalan atarım. Hemen inemem tabi. Çünkü kapıdan çıkıp ayakkabılarımı bağlarken içerde unuttuğum birşey gelir aklıma. Tek ayakkabımı çıkarıp diğerini çıkarmadan tek ayak üstünde zıplaya zıplaya eve girerim. Unuttuğum şeyi alıp çıkarım. Koşa koşa gidip araca binerim. Kapıyı örtüp bir "ohh" derim. Ve gün başlar...

Peki bugün ne oldu da ya.rak gibi gün diye başlık attın diyeceksiniz. Hemen anlatıyorum:

Şimdi. Önceki gece eve 5te ve içkili gelirsen sabah otomatikman akşamdan kalma oluyorsun. Bunu biliyoruz ofkors. Ama o halde sınava gitmek o kadar acı bir deneyim ki anlatamam size! Sabah alarma uyanıp 5 dakika içinde attım kendimi dışarı. İlginçtir ki telefonumu,saatimi ve kalemimi evde unutmuşum. Çok şaşırdınız dimi? Evet, ben de şaşırmıştım fark ettiğimde. Ayrıca sınava giriş belgemin de internetten çıktısını almam gerekiyodu ama haftalardır erteleye erteleye o sabaha bırakmışım onu da. Neyse ki evden çıkar çıkmaz aklıma geldi. Hemen köşedeki internet kafeye girdim. Daha önceki deneyimlerimden ne kadar sikko bir yer olduğunu bildiğim için "çıktı alabiliyorum dimi" diye sordum. Adam sanki çıktı kelimesini ilk kez duyuyormuş gibi baktı önce yüzüme. "Heh" dedim "gene başlıyoruz!" Neyse ilk kez duymuyomuş. İdrak etti bikaç saniye sonra. "evet evet" dedi. Ama sadece bir bilgisayar bağlıymış printera! Ve o da dolu! Allahtan çocuk o deli gibi oynanan silahlı oyunlardan birini oynamıyodu da rica ettim 2 dakika müsade etti bana. Bu sefer de pdf dosya açmıyo bilgisayar. Allahım! Ölür müsün öldürür müsün? Neyse, ikisini de yapmadım. Çıktım ordan. Devam ediyorum yola, tramvaya doğru gidiyorum, kırtasiyeye uğrayıp kalem filan aliym dedim. Kırtasiye tabi ki kapalı! Bu arada ben bunları yaparken elimde de bir adet cocacola zero var hareket kabiliyetimi iyice kısıtlayan. (Akşamdan kalmalığa kızarmış ekmek ve kola bire bir benim için) Şu ana kadar sınava dair hiçbir işlemi başaramadım farkındasınız. Yürüyorum ama gezmeye gidiyo gibiyim Cevizlibağa sanki. (Sınav da cevizlibağda buarada!) Neyse, o arada kontör, kartuş, cd falan ne bulduysa satan biyere girdim rica edip bir çıktı aldım. Tramvaya bindim, oturdum. Yanımda 2 tane acayip süslü püslü ve mavi lensli kız var ve birbirlerinin fotoğraflarını çekiyolar. Ama böle aynı pozu 50şer defa filan çektiler. Fındıklıdan Cevizlibağa kadar sürekli tekrarladılar bu işlemi. Üstelik de flaşı ve o "çılığk" sesini kapatmadan. O sesi duymamak için mp3ümü çıkarıp kulağıma taktım ama şarjının bitik olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Zaten böle ya.rak gibi bir günde de şarjının olması beklenemezdi. Neyse, bi ara birine bi telefon geldi, o arada durmak zorunda kaldılar. Aslında bence telefonla konuşurken de çekebilirlerdi ama bilmiyorum belki sadece tramvayda otururkenki pozlarından hoşlanıyolar. Telefon görüşmesinden sonra bana dönüp "Bitlis nerde, doğu tarafında dimi?" dedi. "Evet, Vanın yanında" dedim. Absürdizmin doruklarındayız o anda. O arada durağım geldi, indim. Sınava gireceğim okulu buldum, kantininden kalem aldım. Silgi de sordum. "Kalmadı" dedi kantinci. "Hata yapma lüksüm yok yeani, hehe" dedim. Tepki vermedi, bilmiyorum, anlamadı galiba. İşsiz insanlara hitaben "lan yetersiz ulviler niye gelip kapıda kalem silgi satmıyonuz?" dedim içimden. Sınav saatini beklerken, kantindeki televizyonda Cennet Mahallesi açıktı, onun repliklerine maruz kaldım bisüre. Can sıkıntısından çantamı karıştırırken pürel görüp "dur bi dezenfekte olayım" dedim ama demez olaydım. Buram buram alkol kokusu yüzünden kusuyodum az daha. Kusmadım. Kalktım sınıfımı buldum, kapıdan girerken cep telefonu kontrolü yaptılar. "Yok benim" dedim. Kadın o anda benim ne kadar kurallara biat eden bir insan olduğumu filan düşünmüştür heralde. Gerçi anarşik de sayılmam. Neyse, girdim oturup sınavımı çözdüm. Kalkıp tekrar tramvaya yürüdüm. Tempocu gazetesi okuyan bir amcanın yanına oturdum. Amca elindeki kalemle "Detroit canavarı ağır basıyor" yazan haberin altını çizdi. Belli ki o da Detroit canavarına basacaktı. Tramvay Fındıklıya geldiğinde inip eve doğru yürürken aklımda sadece uyumak ve çikolata yemek vardı. Eve gelip çikolata yiyip uyudum. Hedeflerime ne pahasına olursa olsun ulaşan bir insanımdır! Evet.

20 Kasım 2009

Gergin melankoli

DeVotchKa - Dark Eyes

19 Kasım 2009

Artık gazetelerde Avrupa Birliğinin komisyonuna, konseyine, parlamentosuna ve bilimum yönetim teşkilatlarına dönemsel başkan seçilen insanlar sadece Türkiye hakkındaki görüşleriyle kategorize edilmesin, her seferinde "Türkiye karşıtı başkan" ya da "Türk dostu başkan" manşetleri atılmasın, lütfen, çok rica ediyorum bi kısım medya! Bu kadar düz insan olmayalım lan.
Bir de Türk milli takımı maç kazanınca yurtdışındaki bilmemne della sport filan gazetelerinin maçla ilgili başlıkları sıralanır ya hani! Ona da çok fena kılım bak. Buna vaktiyle Umut Sarıkaya bir karikatüründe değinmişti ama bulamadım şimdi onu, o yüzden belgelerle konuşamıyorum. Neyse işte, bu iki özelliğimizden vazgeçersek şahane bir halk olmaya doğru çok önemli bir adım atmış olucaz bence. Hadi bakalım.

17 Kasım 2009

Merılinmonroö

Bu bebeği benim bebek çekmiş. Severim diye düşünmüş, bilgisayarıma arkaplan yaparım diye bile düşünmüş ve 'o an' basmış deklanşöre. Ne de güzel basmış. Ne de harikulade basmış. Afferim benim bebeğe. Canım bebek. Öptüm.

14 Kasım 2009

Stacer

Geçen gece Çağlayla yine bir "kaçırdığımız dizileri YouTube'dan izlemece seansı" tertip ettik. Oturup hafta içi izleyemediğimiz ya da birini izlerken diğerini kaçırdığımız dizileri teker teker yutuptan izlemeye koyulduk. Ama diziler 90 dakikayı doldurmak adına o kadar gerzek sahnelerle dolu ki fenalıklar geçire geçire, atlaya zıplaya 90 dakikalık dizileri sadece sevdiğimiz oyuncuların sahnelerini içeren kısımları izlemek suretiyle 15er dakikada izledik. Bu sefer de ne izlediğimizden bişey anladık, ne de habire ileri sarmaktan keyif alabildik. Düşündük taşındık ve bu işkencevari eylemden kurtulmak adına eve bi stajyer almaya karar verdik. Fazla bir beklentimiz yok bu arkadaştan. Kendisine bir dizi listesi vericez. O diziler izlenecek, gerekli görülen sahneler moviemakerda kesilip biçilip kısa bir dizicik haline getirilip bize sunulacak. Misal, biz adeta Beyaz'ın psişiği gibi, es-es izlemek istemiyoruz ama berk hakman, erdal beşikçioğlu ve ahmet rıfat şungarı izlemek istiyoruz. Tam da bu noktada stajyerimiz devreye girecek ve bizi dizinin bilimum diğer saçma sahnelerinden kurtaracak. Örneğin, Aşk-ı memnu'nun mutfak tayfasını bidaha sonsuza dek hiç bir projede görmek istemeyecek kadar nefret ediyoruz onlardan biz. O kısımlar rapordan komple çıkmalı. Ha, oldu da çok elzem bi sahnede onlar da var çıkaramıyo stacer, o zaman aklını kullanıp mozaiklicek! Ayrıca o "ednan bey" diyen moruğun da sesini kapatcak! Durum kısaca bu.

Stajyerimizde aradığımız nitelikler aşağıdaki gibidir:

-Üniversitelerin ilgili fakültelerinden mezun
-Benzer pozisyonlarda minimum 1 yıl deneyimli
-MS Office uygulamalarına hakim
-Windows Moviemaker uygulamasını etkin bir şekilde kullanabilen
-İyi derecede ingilizce bilen (çünkü gossip girl filan da izletebiliriz zamanla)
-Seyahat engeli olmayan (bu manasız bir madde oldu, evet)
-Askerlikle ilişiği bulunmayan (erkek adaylar için)
-Öğrenmeye istekli ve bilhassa meraklı
-Analitik düşünebilen (dizileri anlamak için değil tabi)
-Sistematik çalışan (aksama olsun istemeyiz)
-Avrupa yakasında ikamet eden

stajyerler aranmaktadır.
İlgilenenlerin Kazancı 29/8 e şahsen başvuruda bulunmaları gerekmektedir.

Artı, tabi ki prezentabl olmalıdır. Onu yazmaya gerek bile duymadım.

09 Kasım 2009

Uyanamiyööm!

"Uyanamiyööööm" dedi. Yıllardır devam zorunluluğu olmayan okulunun sabah derslerinin hiçbirini "aman da bu da benim dersimmiş" deyip sevememiş hep öğleden sonraki derslere sabahkilere nazaran daha gönülden bağlanmıştı. Gerçi öğleden sonrakilerin de "günü yiyo" gerekçesiyle itilip kakıldığı oluyordu ama yine de ders programına bakıp dersin 2'de başladığını görünce duyduğu mutluluk tarif edilemezdi. Daha o anda, ertesi sabah uyanıp saatin 11 olduğunu gördüğünde yaşayacağı büyük sevincin heyecanı sarardı benliğini. Hayatının bir gününe daha erken uyanmayarak başlamış olmanın verdiği zafer hissi. İşte bu hissi çok seviyordu..

Yukarıda bahsi geçen kişi benim. 12 senelik zorunlu eğitim yılları boyunca sabah erken uyanmaktan nefret ettim. Gerçi geç uyanmaktan da nefret ediyorum. -Evet adeta bir gıcık şirinim!- E ama uyanmam da lazım. Nasıl olucak hiç bilmiyorum. Yani sabah 8-9 erken kabul ediliyo benim bünyem tarafından. 11-12 de geç olmuş oluyo. 10 iyi bak. 10 iyi. Ama 10 da uyanınca da hiç bişeye uymuyo. Sabahki işine geç kalmış, öğleden sonraki iş için erken uyanmış oluyosun. O yüzden 10'u da pek sevmiyorum. Neyse uyanma saati konusundaki düşüncelerim kısaca bunlar.

Şimdi biraz da uyuma saati konusunda konuşalım. Belli bir uyku saatim yoktur. Annemin yıllarca erken yatma fikrini bana aşılamaya çalışmasına rağmen bundan zerre etkilenmedim bilakis geç yatmayı kendime alışkanlık edindim. Erken yatmam, erken yatmaya karar verdiğim gecelerde de en iyi ihtimalle 1de filan uykuya dalarım. Hatta istersem hiç uyumam. Paşa gönlümün bileceği şeyler bunlar... Velhasıl, sabah uykusunu severim daha ziyade.

Ama.
Gece uyumayı sevmemem demek sabah 5.30'a kadar çalışmam demek olmamalı diye düşünüyorum!