12 Kasım 2015

Eyüp Sabri Bey



Çikinellalar ailesinin yeni üyesi Eyüp Sabri ile tanışın! Artık ailede benden daha kepçe biri var. Oley.
Yavrukuş henüz iki buçuk aylık. Bir aydır bizimle. Tam bir akıllı bıdık. Gün içinde o kadar özlüyorum ki onu, kendimi işsiz kalmayı umarken buluyorum çoğu zaman. Sonra hemen geri alıp hafta sonunun bir an önce gelmesi ve günlerce sürmesi için yalvarmaya başlıyorum evrene. Gerçekten son derece mutsuzluk verici dakikalar oluyor bunlar. Sonra açıp Eyüp Sabri'nin telefonumdaki milyonlarca fotoğrafından birine bakıyorum ve sakinleşiyorum. Baya saçma. Ama çok güzel.

12 Haziran 2015

Musluk

Sadece çiş yapıp da sifonun büyük tuşuna basınca suçluluk duyan insanım. Sabırlı biriyimdir de aslında. Ama diş fırçalarken musluğu kapamayı öğrenemedim bi türlü. Kapıyorum. HEMEN AÇMAK İSTİYORUM SONRA AMA. İçimde bi şeyler kıpraşıyo o musluğu açmak için. Nasıl olucak?

11 Haziran 2015

Çöp

Çöp çıkarmak acayip iyi geliyor bana. Dolaptaki bozulan yiyecekleri, bozulma levelleriyle doğru orantılı bir öğürmeyle poşetlere döküp çöpe koymak, üstüne nefesini tutarak düğümlediğin banyo çöpünü eklemek, üstüne çalışma masası çöpünü devirmek, deterjan kutusunu, dibinde kalan azıcık sıvıyı da yeni kutuya ekleyip evden yollamak. Bisürü karışık içki içtikten sonra kusup kusup rahatlamak gibi bi his.
Sonra o ağır çöp torbalarını konteynırın içine bıraktığın an. O da güzel. Oh.

10 Haziran 2015

Ecevit adımları

Yaşlı birinin kolunda, Ecevit adımlarıyla yürürken, yanınızdan hızlıca geçen insanların da etkisiyle duyulan, varmak istediğiniz yere asla varamayacağınız hissi. Hızlanacak gücü olup hızlanmak isteyip bi türlü hızlanamamak. Bu ara bu his sarmaladı her yanımı. Şuraya yürüyeyim dediğim bi yer de yok aslında ama. Hayırlısı.

13 Mayıs 2015

Muhakeme tekrarı

Bazı şeyler bana hiç olmaz. Mesela hiç bayılmam. Mesela hiç kışlık montumun cebinde para bulmam. Mesela hiç sabah erkenden kendi kendime uyanmam.
Bazı şeyler de sık sık olur. Mesela, muhakeme tekrarı. Biraz açayım. Bazen, bir şey olur, bu olan şey üzerine düşünür, belli yollardan geçer ve bu şeyin sebebini bulurum. Bir süre sonra o şey tekrar olduğunda, düşünüp bulduğum sebebi unutup tekrar başa dönerim. Tekrar muhakeme yapar, son aşamaya gelene kadar da o muhakemeye daha önceden yaptığımı hatırlamam. Örneklerle anlatmaya çalışırsam daha başarılı olacağım sanırım.

Her sabah evden çıkıp Beşiktaş çarşının içinden geçerken karşılaşıp selamlaştığım bir tanıdık var. Daha doğrusu vardı. Bir süredir hiç rastlaşmıyoruz. Geçen sabah her sabah gördüğüm insanı neden artık görmüyorum, acaba işten mi ayrıldı diye düşündüm. Sonra benim artık evden eskisine nazaran daha geç çıktığımı hatırladım, buna yordum ve olayı kendimce "çözdüm".
Bir hafta sonra, evden çıkıp çarşının içinden geçerken, hemen hemen aynı yerde yine aynı şeyi düşündüm. Yine neden artık görmüyorum, acaba işten mi ayrıldı diye düşündüm. Sonra yine benim artık evden eskisine nazaran daha geç çıktığımı hatırladım, buna yordum ve olayı kendimce "çözdüm". İkinci defa. İşin garip ve esas sinir bozan tarafı, son aşamaya gelene kadar bu muhakemeyi daha önce de yapmış olduğuma dair en ufak bir şey hatırlamamam.

Bu sabah da şöyle bi şey oldu mesela. Dergiye girdim, kapıda Bilgen'le günaydın hoşbeşi yapıyoruz. Kolumda kocaman bir bez çanta var. "Niye sırt çantanı kullanmıyosun, omzunu ağrıtır o çanta" dedi. O an beyin bi bulandı bende. Bu düşünce bi tanıdık geldi ama nereden olduğunu çıkaramadım. O arada "Değişiklik olsun diye" gibi bi şeyler dedim. Ama asıl sebep bu değildi. Bu değildi de neydi ulan? Niye geçmiştim bu çantaya ben? Düşüncelerle cebelleşirken hatırladım: Havalar ısındı, sırt çantası sırtımı terletiyor diye!

Tekrara düşmek çok boktan şey.

11 Mayıs 2015

Yürüyüş

İnsan canı çok sıkılınca ne yapar? Aslında doğrusu, canı çok sıkılınca değil, canı çok sıkkınken ne yapar? Benim için bu sorunun cevabı şu: Şöyle bir hava almaya çıkıp biraz yere bakarak yürüyüp geri döner. Yürüyüşün uzunluğu da genelde canın sıkkınlığıyla doğru orantılı olur. Henüz geri dönmeyecek kadar sıkılmadı hiç canım. Bir gün can sıkıntım dayanabildiğim eşiği aşarsa belki de bir yürüyüşe çıkıp eve de geri dönmem, bilmiyorum. Yürüyüşün böyle durumlarda ne kadar iyi geldiğini, ne kadar yardımcı olduğunu Nurla ve Çağla'yla konuşmuştuk yakın zamanda ama birlikte büyüdüğümüz için davranış biçimlerimiz çok benziyor birbirine. Dolayısıyla bunun başkaları için de böyle olup olmadığından emin değildim. Ta ki, 5harfliler.com'daki Emma Gatewood yazısını okuyana kadar. O yazıdan hareketle biraz araştırıp öğrendim ki sadece benim için değil bir sürü kadın için bu böyle. İyi gelmesinin yanı sıra kendini tanımanı da sağlayan bir etkisi var üstelik.

Gatewood'la başlayalım. 67 yaşındayken ani bir kararla yola çıkıp ABD'nin doğu yakasını nerdeyse boydan boya yürüyen Emma Gatewood'la. Hakkındaki detaylı yazı 5harfliler'de. Ama buraya da birkaç cümle alıntılayacağım. Emma Gatewood'un birazdan bahsedeceğim diğer kadınlardan farkı, oldukça yaşlı oluşu. 67. yaşını sürdüğü günlerden bir gün, bir dişçi muayenehanesindeki dergilerin birinde gördüğü Appalachian Yolu'nu yürümeye karar veriyor. Demek ABD'de dişçi muayenehanelerinde gezi dergileri var. Acaba onların dergileri de sekiz yıl öncesine mi ait oluyor genelde? Neyse. Bu yolu yürüyen ilk kadın Gatewood. Ve yürüyüş tam beş ay sürüyor. Daha da ilginci 72. ve 75. yaşlarında birer kere daha yürüyecek aynı yolu Gatewood. Aslında bu tekrarlar bana yürüyüşün sandığım kadar işe yaramadığını düşündürdü ama yine de kendini tanımakta çok etkili bir yol olduğuna inanıyorum. Gatewood hakkında Grandma Gatewood's Walk: The Inspiring Story of the Woman Who Saved the Appalachian Trail isminde bir kitap yazılmış. Bir belgesel de hazırlanıyor imiş.

Yürüyüşten medet uman bir başka kadın, 50 kiloluk sırt çantasını yüklenip kendini Pasifik Yürüyüş Yolu'na vuran Cheryl Strayed. Annesinin hastalığını, ona kötü davranan erkekleri, ona iyi davranan kocasını, kardeşini, uyuşturucuları, her şeyi geride bırakıp uzuun bir yürüyüşe çıkmış 27 yaşındaki Strayed. Yürüyüş sırasında tuttuğu notlardan oluşan Wild: From Lost to Found on the Pacific Crest Trail isimli kitabı Wild ismiyle bir filme de çekildi. Başrolde Reese Witherspoon var. Filmin başında yapamayacağını, geri dönmesi gerektiğini sık sık düşünen karakterin güçlü ve her şeyle başa çıkabileceğine inanan bir kadına evrimi beni epey etkilemişti.

Avustralyalı Robyn Davidson ise yürüyüşünde yalnız değil. Batı Avustralya Çölü'nü yürüyerek geçerken yanında köpeği ve yürüyüş öncesi iki yılını harcayıp evcilleştirdiği üç deve var. Dokuz ay süren yürüyüşü boyunca belirli noktalarda National Geographic fotoğrafçısı Rick Smolan ile buluşuyor. Aralarında garip, gelgitli bir ilişki var. Davidson'ın NG için yazdığı yolculuğu daha sonra Tracks ismiyle filme de çekildi hatta. Filmde Rick Smolan'ı Girls'teki Adam (Edım) oynuyor ve bu film de gayet güzeldi. İzlerken, yıllar önce anne-babmla gittiğim bir tatilde turistik bir deveyle çektirdiğim fotoğraf geldi. Çok korktuğumu hatırlıyorum hayvandan. Şimdi de bana epey uzak üç deveyle birlikte bir yolculuğu çıkmak. Baya uzak. O ne öyle hatta yani. Düşündükçe iyice saçma geliyor. Gerçi Davidson'ın mantıklı bir sebebi vardı, sanırım eşyalarını develere taşıttırıyordu. Filmi izleyeli epey oldu, unutmuşum.

Velhasıl, umuyorum hayat beni uzun bir yürüyüşe çıkmak zorunda bırakmaz. Çünkü ben böceklerden çok korkuyorum.

30 Nisan 2015

S.A

Long time no see ha sevgililerim... Dört sene olmuş yazmayalı. Bu süre içinde, kendimi önce görsel blog'a verdim (tumblr'ıma yani), sonra 140 karakter batağına düştüm, sonra hepsinden elimi eteğimi çekip günlüğüme önem vermeye başladım, şimdi tekrar burdayım. Sanırım Sibel Can ya da Acun döngüsü falan gibi bi şeyin içindeyim. Hepsine aynı anda ilgi göstermeye ilgim yetmiyor. Zaten bilen bilir, genel olarak hayata karşı ilgisiz bir insanım. Gene iyi bile ilgilendim yani buralarla.

Bir süre önce, bu blogu tutarken takip ettiğim birkaç blogger'ın hâlâ yazmaya devam ettiğini, benim de eskisi gibi uzun yazı okumaya hevesli olduğumu fark ettim. Keşke ben de tekrar yazsam deyip duruyordum ama kılımı kıpırdatmıyodum tabii ki. Geçenlerde kendime ismimsoyismim.com'lu adres alıp yazılarımı, röportajlarımı falan bir araya topladım. Sonra kızlara linkini gönderdim, benden başkaları da girmiş olsun siteye diye. Onlar önce buraya yeni yazı girdiğimi sanıp heyecanlandılar. Ben de onların bu heyecanından heyecanlandım sanırım. Bütün bunlar birleşti ve sonuç olarak kendimi yine burada buldum. Eski yazıları okudum, bazılarına çok güldüm, bazılarından utandım, bazılarından daha çok utandım ve yayından kaldırdım. İnsanın sadece bikaç sene önce yazdıklarından ölesiye tiksinmesi ne garip. Size de oluyo di mi? Oluyodur inş.

Tekrar konuya dönüyorum. Aradan geçen yıllar içinde epey bi şeyler değişti. Mesela yaşım. 28 oldum. Evde vakit geçirmeyi sever oldum. Tek başıma vakit geçirmeyi öğrendim, çok da hoşuma gitti hatta. Saçlarımın kendi rengini sever oldum. Kırmızıya, mora falan boyamanın ne manası varmış acaba?

Balıklarım öldü. Birini klozete attım, birini Cihangir Parkı'na gömdüm. Ama hangisi hangisiydi tam hatırlayamıyorum şu an. Sanırım şehrin kanalizasyonundan geçerken birtakım canlılara yem olan Şapşi, parkta dolanan kedilerin birinin midesine inen de Sabri idi.

Sonra kaşçımız Ayşe abla Gana'ya taşındı. Ben Adana'ya taşındı sandım uzun bi süre. Sonra öğrendim ki Gana'ymış. Orda kuaför dükkanı açmış, batmış, geri gelmiş falan. Ama o arada ben ikametimi Taksim civarlarından Beşiktaş'a aldırdığım için bi daha hiç görmedim kendisini.

Kazancı Yokuşu'ndaki efso evimizden yıkım kararı çıktığı için taşındık. Bir sene filan Boğazkesen'de oturduk Erdem'le ama hiç tat almadık açıkçası. Sonra allahtan saçma evsahibimiz evi satıp Fethiye'de koy almaya karar verdi de çıktık ordan. Ben köy alacak sandım uzun bi süre. Sonra öğrendim ki koymuş.

Beşiktaş'taki nonnüş evimize taşındık Erdem'le. Burda keyfimiz yerinde şimdi.

İşler güçler de değişti tabii bu süre içinde. Radikal, internet gazetesi oldu. Sonra kısa kısa gazete, işsizlik, pr ajansı, yayınevi maceraları. Şimdi Penguen.

Uzunca bir elma serüveninden sonra şimdi Erman.

Tülin evlendi, nikahında ona şahitlik ettim. Sonra Çağan doğdu. Nurla Küçükyalı'da, Çağla Şişli'de, Dilara Londra'da, Orbay Viyana'da, Ozan Bostancı'da, Hasanpaşaboyz artık Erkan ve Ozan değil; Erkan ve Erdem. Çağatay ve Yonca evleniyor. Sinem tiroidini aldırdı. Banu ev aldı. Volkan hâlâ havuza gidiyor. Ben yogayı bıraktım.

Ama spora başladık Erman'la. Kendime bir hafta filan vermiştim ama gayet beş aydır bilfiil gidiyorum valla. Hoşuma gitti güçlendiğimi ve tabii sırt ağrımın yok olduğunu görmek. Ama şöyle bi şey oldu: İlk günkü ölçümden iki ay sonraki ikinci ölçümde yağ oranımın artıp kas oranımın azaldığı ortaya çıktı. Böyle mantıksız şeyler hep benim başıma gelir zaten. Bi motivasyonum kırıldı ama sonra kendi kendine geri geldi. Baya bi göbeğim olduğu ve yaz da son hız yaklaşıyor olduğu için olabilir. Feminik okumalar yapıp duruyorum ama hâlâ yazın göbeğim olmasın istiyorum. Kimseye fitlik borcum yok allaaşükür halbuki değil mi? Ama o işler öyle olmuyor işte. Ya da oluyor da ben yapamıyorum. Bilmiyorum. Allah fitlerin belasını versine doğru gidiyorum şu an. Konuyu değiştireyim.

Artık papatyaları değil de nergisleri, frezyaları falan sever oldum. Hatta severim dediğim bi ton şeyi sevmez, sevmem dediklerime bayılır oldum. Ayarım yok çok şükür.

Dizi namına en son Friends'ten, Lost'tan filan bahsetmişim blogda. Onlardan sonra olaylar çok gelişti tabii. Girls, Sherlock, Black Mirror, Fargo, True Detective, Breaking Bad, Game of Thrones falan izledik. Hepsi de brilliant yapımlar. Emeği geçenlerin emek veren yerleri dert görmesin.

Sonra Peyote'ye de pek gitmiyoruz artık. Az gidiyoruz. Çok az ama. Hiç denecek kadar az. Hatta hiç. Gidiyo muyuz gitmiyo muyuz ben de anlamamışım heralde ki anlatamadım. Gitmiyoruz sanırım. Ayh tamam. Zeplin'e, Ayı'ya filan gidiyoruz Kadıköy'e. Taksim'den midemiz bulanıyor artık. Ama hâlâ bi gün -literally- çılgın gibi eğlenmek istersek gideceğimiz yer Taksim olur. Kışları evde oturuyoruz, yazları Kaş'a gidiyoruz. Yazları dediğim yaz mevsiminin bir haftası.

Aa Gezi Parkı direnişini nası unuturum! Herhalde bu şehirde geçirdiğimiz en iyi yazdı. Çok mutluyduk, yaşam doluyduk. Yaşam dolu olan bazılarımızın yaşamı sona erdi o günlerde. Sonra yavaş yavaş ateşimiz söndü, sonra işte "Aa Gezi Parkı direnişini nası unuturum"a kadar geldik.

Ne zaman oldu bilmiyorum, bir anda Trileçe diye bi tatlı peydah oldu ve her pastanede o satılıyor bi süredir. Ama biz fıstıklı dürümden (a.k.a yeşil) hiç vazgeçmedik. Özellikle de kışın. Yazlarıysa Cihangir merdivenlerde yenen Yaşar Usta Dondurması. Bi de Kaş meydandaki mavi renkli şirinler dondurması. DejaVu'da longisland içip kampa dönmeden hemen önce. Sürekli Kaş'tan bahsetmek istiyorum. Anlıyosunuz heralde?

Ha bi de kadın taksicinin taksisine bindik bi kere. Hep anahaberde görüyoduk, gerçekten varmış öle bi şey.

Şimdi şöyle bir bakıyorum da pek de bi gelişme olmamış gibi. Olmuş da, hep tırt tırt gelişmeler. Neyse malzeme bu sonuç olarak. Okursanız aradaki açığı kapatabiliriz bi nebze de olsa. Bundan sonra da yazmaya devam edersem her şey planlandığı gibi gitmiş olur. Acaba edicek miyim? Ay vallahi ben de hiç bilmiyorum şu an. Ederim inş.

30 Aralık 2011

"Cemil yıllar önce seyrettiği bir filmden bir sahne hatırlıyor; filmin tek güzel sahnesi. Başroldeki adam beynini bir lavabonun içinde parçaladığını hayal ediyordu ki bunun için başrolde olmaya filan gerek yok, biraz aklı başında olan herkes böyle bir şey yapmayı zaten hayal eder."
Barış Bıçakçı - Sinek Isırıklarının Müellifi

29 Aralık 2011

Götlek tefaller

“Börek bitti, çok açım ve denizin kalabalık bir lügatı olduğuna, ona bakarsam, onunla konuşursam çoğalacağıma, balık adlarına benzeyen yepyeni kelimeler edineceğime inanırım. “Lüfür” mesela, hafif küfür demek için güzel bir kelime değil mi? Çok canlı, büyük kitleleri anlatmak için “vardayla” desek mesela? Kötü, bayat esprilere, şöyle homurdanır gibi, aşağılar bir tonla “homsi” desek fena mı olur? Çok başarısız düşünceler bunlar, öyle değil mi götlek tefaller?”
Murat Uyurkulak - Tol

19 Kasım 2011

Tava

Bir sabah uyansam, pijamalarımın üstüne kalın, kapşonlu, sanki beni bütün kötülüklerden, herkesten, her şeyden koruyacakmış gibi duran hırkamı geçirsem, ayağıma en kolay giyilen ayakkabılarımı taksam, kapıyı çekip yavaş yavaş, hiç acele etmeden, usul usul merdivenleri insem, apartmandan çıkıp sokağı geçip sessizce karşı apartmana girsem, yavaş yavaş, hiç acele etmeden, usul usul merdivenleri çıksam, en üstün bir alt katındaki, sokağa bakan dairenin kapısını çalsam ve karşıma çıkan kişiye desem ki: Altı yıldır mutfak pencerenizin yanında asılı duran tavayı artık ordan indirir misiniz, lütfen.

01 Kasım 2011

Yas

“Kimi insanları kaybettiğimizde veya bir mekândan ya da bir cemaatten yoksun kaldığımızda basitçe katlandığımız şeyin geçici olduğunu, yasın biteceğini ve önceki düzenin bir şekilde yeniden kurulacağını düşünebiliriz. Ama belki de, katlandığımız şeye katlandığımızda kim olduğumuza dair bir şey ortaya çıkar, başkalarıyla bağlarımızın hatlarını çizen, bizi oluşturanın o bağlar olduğunu bize gösteren, bizi meydana getiren bağları ya da ilişkileri bize gösteren bir şey. Burada bağımsızca varolan bir “ben” varmış da sonra basitçe oradaki “sen”i kaybetmiş değildir, özellikle de “sana” olan bağlılığım beni “ben” yapanın bir parçasıysa. Bu koşullarda seni kaybedersem, kaybımın yasını tutmanın yanı sıra kendime karşı anlaşılmaz oluveririm. Sensiz ben kimim? Bizi oluşturan bağların bazılarını kaybettiğimizde kim olduğumuzu ya da ne yapacağımızı bilemeyiz. Bir düzeyde “sen”i kaybettiğimi düşünürken beklenmedik bir şekilde “ben”im de kaybolduğumu keşfederim. Bir başka düzeyde, belki de “sende” kaybettiğim, hakkında halihazırda kelime dağarcığımda olmayan şey, münhasıran ne benden ne de senden oluşan, ama bu terimleri farklılaştıran ve ilişkilendiren bağ olarak kavranması gereken ilişkiselliktir. [...] Her büyük kayıp, her ağır pişmanlık, her derin yara bizi bedenlerimizin sınırlarını yeniden düşünmeye, bizi biz yapan kimliğimizi yeniden sorgulamaya zorluyor. Bu zorlu süreci aşmanın bir yolu, "yaralanabilir" olduğumuzu kabul etmek; kaybın, acının ve pişmanlığın yasını tutmak ve bu yası tutarken kabuk bağlayacak yaranın iziyle değişime uğramış yeni bir benliği, yeni bir kimliği taşımaya ve yeniden yaralanmaya ve tekrar değişmeye açık olmak. Oysa öyle korkuyoruz ki yaralanmaktan ve değişmekten, en ufak bir acıya katlanmak en ufak bir pişmanlığın sıkıntısını çekmek o kadar katlanılmaz geliyor ki, en kolayından geçmişte yaşananları örtbas etmenin, saklamanın, unutmanın yollarını arıyoruz. Saklı olan karşımıza her çıktığında ise öfkeden köpürüyoruz. Bir türlü kapanmasına izin verilmemiş, üzeri açık bırakılmış bir yaraya dokunulması o kadar çok acı veriyor ki, bu tehdit karşısında kontrolümüzü kaybediyoruz."
Judith Butler - Kırılgan Hayat

02 Ağustos 2011

1 new message from Banu

"Kızım seni rüyamda bi tavşan olarak gördüm. Hem de sevimli bi tavşan. Kulakların vardı, kahverengiydin. Kucağında başka bi tavşan vardı, o gerçek tavşandı. Sen kocaman gülümsüyodun. Çok tatlıydın. O sırada uykumda güldüğümü farkettim. Tuhaf rüyalar silsilesi. Sen bi dahaki hayatında davşan ol bence."

04 Haziran 2011





"you can't break out
of a circle,
that you never knew
you were in,
and there's nothing
that the road
cannot heal,
nothing that
the road cannot heal"
demişler.

24 Mayıs 2011

"Çalılardan, beyaz, eyersiz bir at fırlayıp ikircikli adımlarla bize doğru yaklaştı. Yabani bir attı bu, ama besbelli insana alışkındı. Bacakları kan içindeydi.

-Ona dokunmak ister misin? diye sordu Tony.
-Evet, çok.
-Arkama geç. Önce elini koklatacaksın, seni tanımasına izin vereceksin. Sonra yavaşça kafasını okşa. Sana bir kere güvendi mi tamam.

Bir kadından söz eder gibiydi."

Aslı Erdoğan - Kabuk Adam

23 Mayıs 2011

Tashihe gereksinim duyan yazı

Eller korkak alıştırılmadı, malzemeden kaçılmadı. Abandıkça abanıldı. Tüm bu cömertliğin doğal sonucu; baygın geçen bir cuma&cumartesi oldu. Sonra gelenek bozulmadı hemen peşinden Pazar geldi. Sonra da...

Pazar öğleden sonra honki ponki house'a gidilecek. Orbay, Nurla ve bendeniz karşıya geçsek ama neyle geçsek tartışmasından sonra vafur kullanmaya karar verdik. Başımıza geleceklerden habersiz bir şekilde, Fındıklı sahilden gıyın gıyın Karaköy'e yürüyüp vafura bindik. Aylardır güneş, deniz, vapur vs. yüzü görmemiş olmanın verdiği mutlulukla höylöylöy diye karşıya geçtik. Bu arada "Kadıköy ne güzel yeaa"lar gırla. Yannız burda aç parantez, "Daha sık gelelim yeeaa" demiyoruz gelişme var haa" deyip kendimizi takdir etmeyi de bildik. Kapa parantez. Vapurdan indikten sonra minik bir vesait problemi yaşadık, neyle gidiceemizi bilemedik filan. 40 yılda bir taksiye binelim "evet evet taksiye binelim" filan dedik, durduğumuz yerden taksi hariç bütün araçlar geçti. (Nostaljik tramvay dahil) Daha sonra tırıs tırıs özel halk otobüsüne bindik. Erdem's honki ponki house'a vardığımızda bizi Chet Baker sesleri karşıladı. Ama Nurla önderliğindeki kanziler olarak tabiysi bu duruma karşı hemen "Ne dinniyoz yeea" şeklinde sesimizi yükselttik. Ve bir U dönüşüyle hoparlörlerden yükselen sesi Erol Evgin'e çevirttik. Erol Evgin'in balon kovaladığı videoyu filan anarak eğlenceye giriş yaptık. O arada hasanpaşa boyz Erkan and Ozan da geldi, kadro tamamlandı. Tam kadro sahaya çıkmanın verdiği güvenle ve erik, cips, çerez, rom&kola ve feymıs viskileri sponsorluğunda uzunca bir süre eğlenildi. Fotoğraflar vidyolar çekildi falan. Bu kısımlar klasiş zaten. Yarro ve sikerto gibi yeni deyişler haznemize katıldı. "TAHYFUĞN HAAA"lar, "HAĞĞĞFIIZ"lar, "HAA TUNZAAAY"lar filan derken saat gece yarısını geçti. Buraya kadar hep okiş.

Aylardır Anadolu yakasına geçmeyip de Fenerbahçe'nin şampiyon olduğu gün geçen bahtsız kanzilerin kıta değiştirme yolculuğu başlıyor.

Honki ponki house'dan çıkıp minibüs caddesinden mi gitsek caddeden mi ikileminden sonra NEDENSE Cadde'den gitmeye karar verildi. Sanıyorum Cadde'den geçen Taksim dolmuşlarının bu kararda büyük etkisi vardı. Neyse ne, bi şekilde Cadde'ye inildi. Çılgın Fenerbahçe tarftarlarının sevinç gösterilerinin arasına düşüldü. Arabaların üstündeki çıplak ve göbekli ve çoraplı ve biralı amcalar, jipli Fenerbahçeliler (bu arada jipli Fenerbahçeliler birleşse şimdi tam bilemedim ama bi şeyler yaparlar yani kesin, baya çoklar) arabanın üstüne çıkıp erotik dans eden kadına "Aç aç açmayan cimbomlu" diye bağırışlar, dans eden kadına eşlik eden partnere "Godoş musun lan" diye mırıldanmalar filan eşliğinde bi şekilde Kadıköy'e kadar inildi. Bu arada tabii ki dolmuş namına hiçbi şey geçmedi yoldan.

Metrobüse geldiğimizde artık o kadar yorulmuştuk ki, "Lan tamam binelim şuna" dememizle önündeki hayvani sırayı görüp vazcaymamız bir oldu. Artık sabırlar tükeniyordu ki kendimizi bi taksinin içinde, taksiciye "Rıhtıma inicez, Taksim dolmuşlarının oraya" derken bulduk. İyi de oldu. Gittik baktık, makul bir sıra var ortamda. "Taam" dedik, "bekleriz". Bekledik de nitekim. Bekledik. Bekledik. E dolmuş yok. Dolmuş olmayınca dolmuş beklemenin de pek bi manası olmuyo takdir edersiniz ki. O yüzden yavaştan sıradaki insanların da duyabileceği şekilde "YA ACABA TAKSİ DOLMUŞ MU YAPSAK YEEAA" filan demeye başladık. Daha cümle bitmeden iki kişi ağımıza düştü bile. Akabinde grubun pazarlık master'ı Orbay'ı en yakındaki taksiciye doğru itikledik. Kıyasıya pazarlık sürerken o anda bişey oldu. Böyle bi bişey geldi. Ortalık toz duman oldu filan. Toz bulutunun içinden kocaman ve bomboş bir özel halk otobüsü çıktı. "BEYLEĞĞR TAĞĞKSİM"i duyduktan sonra taksiciye bırak eyvallahı eyv bile demeden kendimizi otobüste bulduk. Yer de bulduk. Ki kıta değişimlerinde yer bulmak çok önemlidir. Neyse. Mucizevi bi şekilde bindiğimiz 110, rıhtımdaki durağına da uğradı. Oradaki fakirleri de aldıktan sonra yola koyulduk. Biz kanziler olarak tabii ki de otobüsün EN çok konuşan ve EN sarhoş kişisinin önüne oturmayı bilmişiz. Bu kişi (EN çok konuşan ve EN sarhoş olan) sürekli Fenerbahçeli olmadığından (Beşiktaşlıymış), ama Fenerli olsa bu otobüsü nası da coşturacağından, ama işte napsın ki Fenerbahçeli olmadığından, ama olsa otobüsteki insanları yerinde oturtmayacağından ama maalesef Fenerbahçeli olmadığından dem vurup durdu ve yanındakine ve tabii hemen önde oturan bizlere maçta çektiği gürültüleri dinletti. Yanındaki vidyo izledi gerçi ama biz gürültü dinledik. Sonra aralarında
+Olm hep aynı yeri çekmişsin.
-E hep aynı yerde durduk amınakoyim napıyım.
gibi bir diyalog geçti.
Orda ben bayılmışım. Yok yok şaka. Bayılmamışım. Taksim'e gelmişiz. İndik, evlere dağıldık.

11 Mayıs 2011

22 Nisan 2011

Ayvayı yeniden keşfetmeye gerek yok bence

Bir erkeğin asli görevi ayva soymaktır dedim.
Ayva soyulmaz bi kere dedi.
Ya soymak dediğim dilimlemek işte dedim.
Dilimlenmez de dedi.
İyi zaten gücüm yetmiyo benim onu dilimlemeye dedim. Lan yoksa ayva yenen bi şey değil de ben mi bilmiyom dedim.
Ayva tahta kaşıkla oyularak ve limon ve tuzla yenir dedi.

Yıllardır ayva hakkında tek bi doğru şey bilmeden iyi gelmişim bu yaşıma diye düşündüm.

21 Nisan 2011

06 Nisan 2011

kısamesajspor

-Yemek var mı?
+Peyotedeyiz.
-Yazıklar olsun.

30 Mart 2011

Dampır bari en azından?

Merıbağ,
Bişiy sölicem.
Damper diye bi şey var ya hani, kamyonların sırtında, işte onun adı keşke tamper filan olsaydı. Damper çok kaba çünkü. Gerçi kamyon da pek zarif bi şey değil düşününce. Ama ne biliym, damper itici yani. Keşke olmasaydı. Ama artık her şey için çok geç galiba.

15 Mart 2011

TayyarAhmet

Tophane’de bir evde uyandı Tayyar Ahmet yanında meçhul abla garabet mi garabet dayadı ağzını musluğa yabancıyım buraya bu kusmuğa dedi kuyuya düşmüş it gibi telaşlı aptal bitkinim ama yine gelir beni bulur bu kafa moruk yok böyle bi sinema.

14 Mart 2011

Marcus

"Eee kimdi onlar?"
"Kimler?"
"Kimler mi? Az önce şekerlerini kafatasına gömmeye çalışan çocuklar."
"Ha, onlar mı?" dedi Marcus gözlerini ekrandan ayırmadan. "İsimlerini bilmiyorum. Dokuzuncu sınıftalar."
"İsimlerini bilmiyor musun?"
"Hayır. Okuldan sonra peşime düştüler. Ben de eve gitmememin daha iyi olacağını, böylece nerede yaşadığımı öğrenemeyeceklerini düşünerek buraya geldim."
"Çok teşekkür ederim."
"Sana şeker atmazlar ki. Onlar benim peşimdeydi."
"Peki, bu sık sık oluyor mu?"
"Daha önce hiç şeker fırlatmamışlardı. Bunu bugün akıl ettiler. Daha yeni."
"Ben şekerlerden söz etmiyorum. Benim dediğim... seni öldürmeye çalışan büyük çocuklar."
Marcus ona baktı.
"Evet. Sana daha önce de söylemiştim."
"Daha önce durumun bu kadar vahim olduğunu belirtmemiştin."
"Nasıl yani?"
"Birkaç tane çocuğun seninle uğraştığını söylemiştin. İsimlerini bile bilmediğin insanların seni takip edip, sana bir şeyler fırlattıklarını söylememiştin."
"O zaman bunu yapmamışlardı," dedi Marcus sabırla. "Bu yöntemi yeni icad ettiler."
Will çileden çıkmak üzereydi; eğer elinde bir şeker paketi olsaydı, bir bir Marcus'a fırlatmaya başlayacaktı. "Marcus, Tanrı aşkına her zaman bu kadar kalın kafalı mısın? Bunu daha önce yapmadıklarını anlıyorum. Ama uzun zamandır sana kabadayılık yapıyorlar."
"Ha, evet. O ikisi değil ama..."
"Hayır. Tamam, tamam, o ikisi olmasa da, onlara benzeyen diğerleri."
"Evet, Bir sürüsü."
"İşte. Anlamaya çalıştığım buydu."
"Bana sorsaydın."
Will mutfağa doğru ilerledi ve sonu hapiste bitmeyecek bir şeyler yapmış olmak için su ısıtıcısını çalıştırdı.
Nick Hornby - Bir erkek hakkında

31 Ocak 2011




Bazen,
bazı
roman
kahramanlarını/
kahramanlarımı
özlüyorum.

Keşke
onları
hep
cebimde
taşıyabilsem.

11 Ocak 2011

Çağımızın hastalığı: Pazartesi

Ergan: mekale yazıyorum sunum hazırlıyorum falan
internetin gelişimi için
ben: mekalele
Ergan: sosyal medya uzmanı olarak bikaç yere makale hazırlıyorum, çıkss*
ben: VAY AMK
ben: hadi ben yatıyom artık
uykum celdi
öperimsle
Ergan: hadi bay
ben de işime döneyim
ben: haydin
of daha pazartesiydi di mi bugün :(
Ergan: heyaa bi de pazartesi
ben: hallahım cuma olsun hemen yaa
Ergan: amına koyim böyle pazartesinin
ölelim ya
ben: en azından perşembe bari olsun
Ergan: sikicem
ben: neyse hadi yarın salı
anca bunu diyebildim teselli olaraktan
yatalım kalkalım da salı olsun bi an önce bari
hadi gömdüm
konuşuruk yarın
Ergan: öperims
şansın varken git yat
uyku ne güzel şeydir
hu nows

04 Ocak 2011

Peter Bjorn and John - Young Folks

31 Aralık 2010

Mutlu yıllars

Hepinize şöyle geçecek bir yıl dileyorum: Tıklayalım piliz

13 Aralık 2010

Nezahat abla

Ara sıra eve temizliğe gelen Nezahat abla bi gün ev kardeşi Çağla'yı arar.
Elif, akşam işten eve döner. Çağla'yla yemek yerler, mandalina faslına geçilir. (Meyve faslı demiyorum çünkü meyve namına sadece mandalina yiyoruz, soyması kolay ve zahmetsiz olduğundan) Bu arada gözler de boş boş televizyona bakmaktadır:

Çağla: Bugün Nezahat abla aradı.
Elif: Ne dedi? "Bidaha gelmicem, götüm çıkıyo sizin pis evinizi temizlicem diye, yeter lan sizle mi uğraşçam" mı dedi?
Çağla: Yok.
Elif: "Evi arada süpürün, yoksa bi daha gelmem" mi dedi?
Çağla: Kardeşi Hollanda'ya gidiyomuş da... "Hani sizin biriniz havaalanında çalışıyodu ya" dedi.
Elif: (Kafa hiç basmayarak) Hangimizmiş o?
Çağla: Nurla'yı diyo!
Elif: Ahaha. Koca uzay mühendisini tek kalemde harcamış kadın!
Çağla: "Neydi onun adı?" dedi. Nurla dedim. "Neeey, ay ne dolambaçlı ismi varmış" dedi. Ahaha.
Elif: Nurla gelince söleyelim, yıllar sonra yepyeni bi yorum geldi ismine. Ahaha.
Çağla: Gülme. Senin için de dedi ki; "Öteki naapıyo, ona da selam söle, onun daha iyice bi ismi vardı." Ahahah.
Elif: Aleykümselam. (Ve gıcık bakışlar)

10 Aralık 2010

Sinirhastasılığının bazı belirtileri

Ortaokuldayken, Window on the World (WOW) diye bi ingilizce kitabımız vardı bizim. Onun da her ünitesinde (chapter da denebilir) karikatürümsü çizimler vardı. İki şapşal kafadarın maceraları gibi hani, bilirsiniz (you know). Heriflerin biri ince uzun, diğeri kısa ve şişmandı. Ve sınıftakilerden bazıları hangisinin adının ne olduğunu bi türlü akıllarında tutamazdı. O zamanlar buna ne kadar gıcccık olurdum, ne siz sorun ne ben söliyim. Olm nası aklınızda tutamıyonuz yaaa!
Yani aslında şu an ben de hangisinin hangisi olduğunu hatırlamıyorum! Ama yıllar sonra bu biraz normal bence. Ama o zaman gerçekten normal bişey değildi. Günde 7 saat ingilizce dersi alıyosun, o kitapla yatıp kalkıyosun, o herifleri anandan babandan çok görüyosun (bu da fix benzetmedir) ve hangisi hangisi bilemiyosun! En yakın iki arkadaşının adını karıştırmak gibi bişey bu. Of çok sinirliyim yaa!
Fakat yıllar sonra bunun aklıma gelmesi ve sinirlenmem?
İşte bu noktada sinir hastalığı gerçeğiyle yüzleşiyoruz.
Birincisiyle alakasız olarak bir de benden çok aksesuar takan adamlara karşı olan sinirim var. Bunlara da çok, içten içe, sinsice kıl oluyorum. Böyle kollarında, boyunlarında bişiyler görünce çıldırasım geliyo. "Üşenmiyo musun o kadar şeyi koluna bacaana dolamaya?" diyesim geliyo. "Raatsız mısın?" diyesim geliyo. İçimden diyorum da zaten, ama dışımdan da diyesim geliyo işte. O noktada biraz sıkıntı var.

Şimdilik maruzatım bu kadar. İlerde tabii ki de yeni gıcıklıklarla karşınızda olacağım.
Siiyu.

07 Aralık 2010

James Franco'nun gücü adına

James Franco insanının iki kadın üzerindeki etkileri temalı yazımız başlıyor... Bu insan suretindeki insanüstü erkeki çok seksiy buluyoruz. Hemen bir gtalk konuşması örnekiyle açıklıyorum:

ben: (seksi fotoğrafları için tıklayınız gibilerinden bi link var burda) Nuri şuna bak!
Nurla: çalışmıyo link, dur bakıyom gugullan.
Oyyy. Bu milk'te iyiydi, milk'te, iyidi milk'te bu.
ben: ahahaha. gözünün önüne geldi ve klavyeni durduramadın di mi? şu an ben de "çogiyiydi yaa" diyerek deli gibi kafayı sallıyorum. millet de gecenin etkisinden kurtulamadım felan sanıcak amk. -gözler kısık şekilde, çog iyiydii yıaa diyerek kafa sallamak-
Oyyyyyy. Bıyık da yakışiyör. Canıms!
Nurla: Oyy. eveeeet eveeet.

ve James Franco'yla 'oyy'lu dakikalar burada sona eriyor. İygünner.

ps. bu posta yaraşır bi fotoğraf seçemedim. çünkü hepsi birbirinden emeyzing, hepsi birbirinden magnifik. siz şuraya tıklayaraktan zevkinize uygun bi tanesini seçip bakabilirsiniz ama ergen gibi wallpaper felan yapmaya kalkmayın.
Öperler. -sizi değil şapşiler, tabii ki ceyms'i-

03 Aralık 2010

Firıngıls

Sayın Yeni Akit gazetesi yetkilileri,
size kolaylık olsun diye ben iki tane allahsızın adını burada ifşa etmek, onları hedef göstermek istiyorum:
Nurla Bayrak ve Çağla Anarat.

Bu iki kitapsız, bi kutu Pringles'ı bi güzeeel yemiiiş, ondan sonra da boş kutusunu salondaki masanın ORTASINA bırakmış!
Geçen eve gittim, saat geç, yorgunum, argınım, kendimi ikili koltuğa bıraktım. Hemen yandan taptatlı bi kırmızılık... Bi çevirdim kafayı, sevimli bıyıklı bi adamın kafası beni kesiyo. Pringles! (also known as firıngıls) Elimi atmamla birlikte boş olduğunu anlayıp yıkılmam bir oldu. Hani böyle ağır bi şey kaldıracağını düşünen beyin ele ona göre bi güç gönderir de o şey hafif çıkınca el böle bi yalpalar, yukarı doğru gereğinden fazla bi ivme kazanır hani. Öle oldu işte.
Saat de geç, bakkala da gidemem. Zaten erken de olsa gitmem, üşenirim, o ayrı da. Hadi diyelim üşenmedim; bakkal kapalı! Neyse gittim yattım ondan sonra.

Tabii kendilerine okkalı bir not bırakmayı da ihmal etmedim.
Bu elim olaydan sonra henüz yüzyüze gelmedik kendileriyle. Olaylar nasıl gelişecek, yüzüme nasıl bakıcaklar bilmiyorum!!!

Buarada bunlar galiba hep, Erdem'i küçükken boş Napoliten kağıtlarını dolu gibi katlayıp kerizlemeye kalktığım için, çocuğun nefsinin dengeleriyle oynadığım için başıma geliyor olabilir. Karma is a biyaç çünkü.

01 Aralık 2010

eelifekinci

İnsanoğlunun, telefonda dandik mail adresi anlatırken çektiği çileyi başka hiçbir yerde çekmediğini düşünüyorum:

-eelifekinci et cimeyil kom
+pardon?
-e elif ekinci
+e ekinciii eeeet gimeyiil
-hayır!! e elif ekinci. başında iki tane e var: eelifekinci!
+hmm.

Bundan sonrası kısmet artık. "Hımm"dan sonra genelde üstelemiyorum. "Anladınız mı?" filan gibi rencide edici sorular sormuyorum. Anladıysa geliyor mail, anlamadıysa da ekime kadar artık napayım.

30 Kasım 2010



Bazen,
kahvaltıdan önce,
aç karnına,
çok acayip şeyler
olabiliyor
gerçekten..

29 Kasım 2010

Bir gün bayiide Radikal bulamazsanız bunun tek sorumlusu çekirdektir

Gazeteye her gün kargoyla kolilerce posta geliyor. Bilyonlarca açılış davetiyesi, cd'ler, kitaplar, dergiler vs. Ormanlarca kağıt. Bazen de yeni çıkan ürünleri deneyelim diye, birer promosyon. Ama bazen!

En sancılı posta saatiyse akşamüstü gelen posta. Ofisboyumuz Fatih, "yurtiçi kargo poşetleri dağı"nı getirip bir köşeye boşaltıyor, sonra da zarfları sahiplerine veyahut sahibelerine dağıtıyor. Sabah ve öğlen gelen postaları dağıttığı sırada Fatih hiç dikkat çekmezken akşam olduğunda yolu dört gözle beklenir oluyor. Gelince krallar gibi karşılanıyor, ortamda resmen bir bayram havası! Getirdiği dağın içinde kimbilir kaç yıllarca uğraşılıp yazılmış kitaplar, emek edip çıkarılmış albümler, kimbilir hangi upper-entelektüel davetlere davetiyeler var. Ama akşam seansında Fatih'in muhatap olduğu tek soru var: "Fatih, yicek bişey var mı orda yeaa?" Hatta daha ileri gidip spesifik isteklerde bulunanlar da oluyor, misal: "Fatih! Çekirdek yok mu çekirdek?". İşte bu Radikal'in sonunu getirecek soru...

Benim de coşkuyla katıldığım bu süreçte son günlerde dikkatimi bir şey çekti: Her nasılsa, her seferinde o kargo paketlerinin içinden bir çekirdek paketi çıkıyor! Türkiye'de çekirdek endüstrisine dair detaylı bir bilgim yok ama bu kadar gelişkin olmadığını da biliyorum. Her gün yeni bir çekirdek markası piyasaya çıkmıyor ya da yeni bir çekirdek modeli, türü de üretilmiyor. Az tuzlusu, çok tuzlusu, tombiği var, yetiyor zaten. Her neyse, serviste 20 kişiye yakınız. Tam sayfaların geçilmesi gereken saatte, biri, Fatih olduğundan şüpheleniyorum ben, ortaya birkaç tane çekirdek paketi salıyor. Birdenbire bir "çitt" sesi hasıl oluyor. Çekirdeği gören başına üşüşüyor ve zaten uğultulu olan ortam bir de çekirdek çitleme sesleriyle efsane bir ses düzeyine ulaşıyor. Bu esnada, çekirdeğe saplanıp, işini yapamayan, yetiştiremeyen insanların dramları yüzlerinden okunuyor ama kimse kendini durduramıyor. Elektrik akımı gibi bir şey olduğundan kimse eşine dostuna yardımcı da olamıyor. Her güne, "bakın, bugün sayfaları geçtikten sonra yiyelim çekirdekleri, tamam mı, çok el alıyor yaa!" diye başlayan Radikal ekibi, akşam olup da hava kararanda yine çekirdeğin kollarına esir düşüyor.

Benim bu konuda pek kimseyle paylaşmadığım (sadece umuma açık bloguma yazıyorum işte), bir teorim var. Bence Fatih, Radikal ekibinin başarılı olmasını istemeyen bazı gizli güçlerin ajanı. Ve tam, sayfa geçme saatinde ortaya dünyanın en sapık yiyeceği olan ve yıllar önce bu amaçla Avrupa'da bir laboratuvarda CIA'e bağlı bilimadamları tarafından üretilen bir yiyecek olduğunu düşündüğüm çekirdeği atıp bıyık altından gülerek uzaklaşıyor. Biliyorum, siz şimdi bana gülüyorsunuz, "gafayı yemiş amk, Erol Büyükburç'a bağlamış" diyorsunuz içinizden, ama bakın, demedi demeyin. Ajan o çocuk, ajaaan! Zaten birkaç kez denk geldim, kargo paketlerini bırakıp kattan ayrılırken kendi kendine, ya da belki üzerine yapışık çipli bir mikrofona, bilmiyorum, bir şeyler mırıldanıyordu.

Şimdilik konuyla ilgili söyleyeceklerim bunlar, olayın belgeleri önümüzdeki günlerde Wikileaks tarafından açıklanacak. Beklemede kalın..

20 Kasım 2010

"Hayat, yolunu hep beklenmedik, hesapsız buluşmalar, talihli karşılaşmalar sayesinde bulur. O yüzden hiçbir hayat sıradan değildir. Uykusu kaçan yaşlı bir orospu bir gün otel odasından çıkar, karşı apartmanın aralık kalan sokak kapısını açar, altı kat merdiven tırmanıp hep karşı pencerede gördüğü genç adamın kapısını tıklatır. Hayat yolunu çizsin, kaderler birbirine karışsın, sorular cevaplansın, cevaplar kaybolsun diye bir orospunun uykusu kaçar ve öylesine, laf olsun diye, sadece konuşmak için, gerçekten öylesine, odasından çıkar."
Mine Söğüt - Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey

19 Kasım 2010

Yapmayın kurban olayım

Küçükken ailenin aldığı kurbanlık hayvanlarla duygusal bağ filan kurmazdım. Yanlarına bile gitmezdim hatta. Hiç öle aman kuzucuğumu kestiler, yok efendime söliyim, kınalıya nası kıyarsınız caniler filan gibi triplerim olmadı. Çekirdek ailemizin, her sene bayramın ikinci gün kahvaltısında ciğer yeme ritüeline büyük bi mutlulukla eşlik ettim. Bi defasında bile kesilen hayvan aklıma gelmedi. Hayatım boyunca vejeteryan filan olmayı aklımdan bile geçirmedim.
Dolayısıyla, takdir edersiniz ki;
kurban bayramı gelince her taraftan fışkıran kurbanlıkla dost olan çocuk ve sonraki hayatında yaşadığı travmalar konulu hikayelerden nefret ediyorum!!
Arz ederim.

13 Kasım 2010

Güdümlü Abdullah Gül terliği?

Peki Abdullah Gül'ün türban meselesi üzerine; “Bu türban konusundan bıktım artık açık söyleyeyim. Bırakın, herkesi serbest bırakın, herkes ne istiyorsa giysin!" demesi?
Adam Türkiye'nin annesi gibi. İsyanları oynuyor. Hatta ben açıklamanın devamında "Verem ettiniz beni be, vereem!" gibilerinden bir şey bekledim ki biraz daha konunun üstüne gidilirse, onu da duyabiliriz gibime geliyor.

11 Kasım 2010

Yer misin, yemez misin?






-Are
you a
megalosaurus?

+No.

-Don't
eat it.

10 Kasım 2010

Sori

Kazancı yokuşunu depar atarak çıkmaya çalışan raatsız arkadaş!

Suratına bön bön bakıp "Yoook artııık!" diyerek seni güldürüp hızını kestiğim için üzüldüm şimdi bi an düşününce. Ama napiym, çok komik görünüyodun lan!
Neyse, sori canım. Öptüm kib.

05 Kasım 2010

Hırkanın hayatımızdaki yeri ve önemi

"..hırkaları sorgulamamalıydı, biliyordu. Küçüklüğünden beri ne zaman dışarı çıksa bir hırka geçirmişlerdi üzerine. Her nedense, ev dışındaki dünya 'kuzey kutbu' gibi bir yerdi onlara göre. Dışarısı demek 'soğuk diyar' demekti ve oraya gitmeden önce hırkanı mutlaka yanına alman gerekirdi."
Elif Şafak - Baba ve Piç

04 Kasım 2010

Dün gece yatmadan evvel, ortalıktaki en güzel kelimenin 'merhaba' olduğuna karar verdim. Merhaba çogoş bence. Hem böyle söylemesi güzel, ağza oturuyo hem de sürprizli filan bi kelime. Ne biliym. Bi konuşma başlıyo ama bilemiyosun merhabadan sonra ne geliceeni. Süper bişey de söyleyebilir karşıdaki, bi laf edip gününü sikertedebilir. Çogilginç yani bence merhaba.
Şu cümleleri de İclal Aydın tandansına kendimi kaptırmadan yazdım bitirdim ya, allahıma bin şükür. Çünkü merhabanın öyle de bir eğilimi var. Üzerine süper bayık makaleler filan da yazılabilitesi var yani. "Bir merhabayla başlar her şey.." filan gibi mesela. Ya da efendime söliyim, "Bir merhaba ne çok şey değiştirir bilir misiniz?" filan gibi. O açıdan pek hoş değil. Ama diğer açılardan bence merhaba okey.

02 Kasım 2010

Alper Kamu

“hayatımdaki tek iyi şey artık anaokuluna gitmek zorunda olmayışımdı. zarardan kâr. uzun süre annem ile babama anaokulunun bana göre bir yer olmadığını anlatmaya çalışmıştım aslında. bütün rasyonel dayanaklarıyla. hiç bir işe yaramamıştı maalesef. illa ki uykumda kan ter içinde tepinmek, servis minibüsü kapıya geldiğinde küçük çapta bir sinir krizi geçirmek gibi yöntemlere başvurmam gerekecekti derdimi anlamaları için. kepazelik. insanı kendinden utandırıyorlardı. babam ise şu ya da bu anaokuluna gitmemin bir şeyi değiştirmeyeceği gerçeğini anlamış görünüyordu. evde yalnız kalmamın herhangi bir problem yaratmayacağını anlamıştı. kimbilir belki içten içe anaokulu masrafından kurtulmak istiyordu. ama bunun için ona hiç gücenmiyordum. bir devlet memurunun eti ne budu ne? çocuklarına işkence etmek için maaşlarının yarısını isteyen o iğrenç sömürgenler utansın. bir de ona o maaşı layık görenler. sonunda babam tartışmayı noktalayan ve kurtuluşumu müjdeleyen kararını açıkladı: “ecdadını skerim ben anaokulunun!”
Alper Canıgüz - Oğullar ve Rencide Ruhlar

01 Kasım 2010

Mobil modem?

“Şu anda cep telefonu şirketlerimiz talebi karşılayamıyor. O yan tarafına takılan zımbırtıdan imal etmeye çalışıyorlar. Adı aklıma gelmedi, internete girmek için seyyar modem, vın-mın bir şey diyorlar.”
Binali Yıldırım - Ulaştırma Bakanı
(Ama internete de bakıyor aynı zamanda)

Canımıniçi


Hastasınım
olm senin!
Çosseviyorum!

31 Ekim 2010

Error Büyükburç

Şu alıntı şurda dursun da arada okuyup gülelim:

"..Erol Büyükburç, Bilal Özcan’ın, “Kaç çocuğunuz var?” sorusuna yanıt verirken, kızları Evren, Jeyan, Özlem ve vefat eden Ajlan’ı anlattıktan sonra aşağıdaki ilginç açıklamayı yaptı:

"Belki daha çok çocuğum vardır onlar da başka amaçlarla benden alınmıştır. İlk defa konuşuyorum bunu, benim zekâ düzeyimin yüksek olduğunu düşünen ajanlar peşime takıldı, senelerce sperm almak için uğraştılar ve aldılar."

Bu yolla kendisinden 20'den fazla çocuk yapıldığına inandığını belirten ünlü sanatçı, o kadınların kendisine yakınlığını gönül ilişkisi zannettiğini, ancak öyle olmadığını daha sonra anladığını vurguladı. Erol Büyükburç birlikte olduğu o kadınları anlatırken, "Bir tanesi hostes kıyafetiyle gelmişti, inanılmaz güzel bir kadındı." dedi.

Büyükburç, kendisinden sperm çalan kadınların başka ülkelerin ajanı olabileceğini kaydederek, "Bu olayların 4–5 sene içinde olduğunu düşünüyorum. Bunların birçok memleketten olduğunu biliyorum. Belki benim IQ'mu gördüler ona yönelik olarak yapmış olabilirler."
Erol Büyükburç, "Size yapılanlar uzaylıların işi olabilir mi, uzaylıların dünyadaki akıllı insanları kaçırıp incelediği söyleniyor, size de bu yapılmış olabilir mi?" sorusu üzerine, "Olabilir" dedikten sonra şöyle devam etti:
"Bir kadınla birlikte olduktan sonra uyandığında vücudunun altın renginde olduğunu gördüm ve bunun ne olduğunu anlayamadım. Ciltte bir parlaklık, değişiklik olmuştu ne olduğunu anlayamadım, daha sonra bir şey oldu sanki beynime çip koydular. Müzikte kimsenin anlayamayacağı bir noktaya geldim." dedi."

29 Ekim 2010

Taksim?

“Taksim ne demek? Paylaştırmak, dağıtmak demek. İşte burası, İstanbul’da yaşayan insanların taksim edildiği yerdir. İnsanlar bu meydandan sokaklara, semtlere, caddelere dağılırlar. Ayrıca burada sürekli bir pay alma söz konusudur. Yani İstanbul’dan payına düşeni Taksim’den alırsın. Çünkü burada zevk, insan, uyuşturucu, kan, aşk, acı, akla gelen her şey taksim edilir. Hak edilen payların alındığı yer burasıdır. Tabii yapılan taksim bazen adaletli olmayabilir. Ama zaten meydanın adı sadece Taksim’dir. Adil Taksim Meydanı değil.”
Hakan Günday - Piç

28 Ekim 2010

Casper: The Friendly Umbrella

Yeni ayarladığım alarm melodimle uyanıyorum bu sabah. Friends’in jenerik müziğinden daha fazla nefret etmek istemediğim için, değiştirdim alarm zilimi. Yağmur geceden beri hız kesmemiş, aynen devam. Moralim bi bozuluyor, çaktırmıyorum, bugün perşembe, baskı günü, koşturmacayla geçicek, saçmasapan şeyleri düşünmeye fırsatım olmicak, hem haftasonuna da az kaldı. Giyinip çıkıyorum evden, saat sabahın körü. (10’a geliyor, ama bence yeterince kör) Kadın olduğunu düşündüğüm kısa boylu biri, biraz önümde, bütün ahesteliğini takınmış yürüyor. Kadın mı erkek mi göremiyorum çünkü boyu çok küçük ve şemsiyesi çok büyük. Uzaktan ayakları olan bir şemsiye gibi görünüyor. Ayaklı şemsiye, yokuşun başına yaklaşmış bense dibindeyim, ama az sonra ona yetişicem ve dar kaldırımı yavaş yavaş yürüyüp beni de darladığı için sinirim tepeme çıkıcak. Avrupai bir insan olduğumdan yoldan da yürüyemem, ne yapacağımı bilmiyorum. Neyse, yetişene kadar daha önemli bir sorunum var: vücudumun bütün boşluklarından nefes alma denemeleri yaparak, yokuşu tırmanmaya çalışıyorum. Bakalım ağız hariç nerelerden nefes alınabiliyormuş? Saate bakıyorum, servise geç kalmak üzereyim ve servisi kaçırmam halinde, önümüzdeki iki saatte Güneşli'ye gitmeye çalışırken çekeceğim çileler gözümün önünden bir bir geçiyor: Servisi saniyelerle kaçırıyorum, bir süre yağmurda perişan şekilde ve tabii ki ağlayarak (ayrıca rimellerim de akmış) arkasından koşuyorum ama durmuyor, dizlerimin üstünde yere çöküyorum, o sırada yanımdan geçen bir taksi bana kocaman bi su dalgası fışkırtıyor, ve perde! Bunları düşündükten sonra resmen turboluyorum. Yürüyen şemsiyeye yetişiyorum, hızında hala bir artış yok. Kafamda bu sefer, şöyle bir sahne beliriyor: Kadını omuzlarından tutup, "madem acelen yok niye sabahın köründe yollara düştün be kadın?" diye höykürerek sarsıyorum. Sonra tek elimle havaya kaldırıp yola savuruyorum, yanından geçen bir taksi ona kocaman bi su dalgası fışkırtıyor. Gerçek dünyaya dönüyorum, kadına iyice yanaşıp “pardon!” diyorum sinirli sinirli. Ama uyandığımdan beri ağzımdan çıkan ilk kelime olduğundan ve ses tellerim buna hazırlıksız yakalandığından sesimin akortsuzluğu kadını korkutuyor. “Ayy, korktum!” diyor. Normalde insanlara sesimi duyuramayan bi insan olduğumdan bu gereksiz gür ses, o an sinirlerimi hafiften bi gevşetiyor. Gülmeye başlıyorum, yetmiyor, kahkaha atıyorum, kadın korkup bir adım geri çekiliyor ama yani, öyle bir gülmek. Neyse yokuşun son adımları artık, elimde şemsiyem, (adı Casper, çünkü benim için 5 yaşımdan beri saydam olan her şey Casper ve şemsiyem de şu 3 TL’lik saydamlardan) rüzgar deli gibi eserken, düzlüğe (Taksim meydanı) adımımı atar atmaz Casper’ım demirlerinden sıyrılıp yukarı doğru fırlıyor. Ama böle şey gibi hani çizgi filmlerde biri ölür de ruhu yukarı doğru havalanır ya, aynen öyle. Ondan biraz daha hızlı ve korkunç şekilde hatta. Kafamı kaldırıp Casper’ın peşinden bakıyorum, hala yükseliyor. İnanılmaz korkutucu bir sahne ama komik de. Yine gülmeye başlıyorum. Etrafa bakıyorum, biri görmüş olsun da birlikte gülelim diye. (Mutluluk paylaştıkça büyür kafası) Yok, herkes kafasını eğmiş, yolunda gidiyor. Bakıyorum bu arada ben de elimde kalan Casper’ın iskeletiyle karşıdan karşıya geçmeye çalışıyorum. Şemsiye hala açık yani, ucu sağa sola giden demirler var elimde. Tekrar gülmeye başlıyorum. Ay ne çok güldüm sabah sabah, hiç de adetim değil diyorum kendi kendime. Kapatıyorum iskeletoru. Bi süre elimde taşıyorum, servis yolunu şöyle bir tarıyorum, Casper’ı gömücek bir yer arıyorum ama yol üstünde uygun bir yer yok. Kaldırım kenarındaki diğer ölü şemsiyelerin yanına bırakıyorum.
Hoşçakal Casper.

Yağmayağmuryağmaartıkdur!






Yağmurdan
hiçmihiç
hoşlanmıyorum.
Ama
Marc Johns
bence
çok hoş.

27 Ekim 2010

Yaş dönümüne..



"..yok bir yanıtın nereye diyenlere
bir buz titreşimi gibi
sallantılı ve şaşkın
ve çabuk bir merhaban vardır
bir yerden gelenlere
o bir yerler ki,
diyelim çok uzak olsun
sen gelmiş gibisindir oralardan,
otobüslerden yollardan,
deniz üstlerinden
topladığın gülüşlerle
ben seni
uzun bir yolda yürürken
görmedim ki hiç.."

26 Ekim 2010

ciytolk

ben: ya bu arada nööriciğm, senin odanın tavanını napıcaz. boyamak mı lazım acaba neetmek lazım? bide bacacıyı da bulduk ama hala çağırmadık, dikkatini çekerim.
Nurla: dün gece yorganı kontrol edicem diye uyuyamadım, sürekli kayıp durdu soluma soluma, boşluğa doğru. ama sabah bişiy yoktu. bacayı da halletmemiz lazım harbiden ya. allahım bigün doğalgazdan ölücez! bizim bu gtalk konuşmalarımız facebooka düşücek
altına böyle erkanlar falan yorum yapıcak; "hep derdi rahmetliler bacayı yaptırmamız lazımdı" diye!
ben: esas atv habere düşücek daha da kötüsü! ağlatmalı müzik eşliğinde: "gençlerin sanki içine doğmuştuuuuu!!!" dicek spiker. ya da ekranda şöle yazıcak: "ihmalkarlık!!!!!" (ünlemler)
Nurla: ahah. bugünki ilk kahkahamı sayende attım cınım, sağol
ben: sonra doğalgazdan ölen 3 genç kızın 6 yıl önce samsundan istanbula geldikleri, samsun ve istanbuldaki vasat okul hayatları fln hep böle abartılarak anlatılıcak, sanki Türkiye 3 potansiyel atom mühendisi adayını kaybetmiş gibi amk.
Nurla: "kariyerlerine de yeni başlamışlardı oysaki" minvalinde devam edicek.
ben: ve o sırada foto bahri'de çektirdiğimiz vesikalıklar yanyana, kayarak ekrandan geçicek!!! işte o an bizim asıl bittiğimiz an olucak bence. bütün foyamız ortaya çıkıcak, beyaz fon önünde, aynı siyah boğazlı kazağı giyip vesikalık çektirmeye gittiğimizi tüm Türkiye öğrenicek. "işte şimdi öldüler" dicek izleyen erkanlar fln! ya da bak bak, belki kombinin üstünde üçümüzün fotoğrafı var ya, onu gösterip ironi yaparlar. hahaha. biraz zekaları varsa tabii. bu arada şu an atv muhabirini, bizim ölmemiz durumunda eve gelip o fotoğrafı ironi yapmak için kullanmama ihtimaline karşı peşin peşin aşağıladım. ukalalığım çok net.

13 Ekim 2010

Geç gelen mutluluk

Geçenlerde şöle bişey yazıp taslağa kaydetmişim, aynen yayımlıyanzi:

"Bugüne, sabahın köründe, i-na-nıl-maz (Sibel Can sölüyo gibi vurgulandığını düşünün bunun, böyle ebleh bir gülümsemeyle) yağlı bir açmayla başladım. Peşine bi paket trans yağlı ketçaplı ruffles yiyip, öğle yemeğinde nohutlu pilav ve patates kızartmasını birlikte tükettim. Ama baya birlikte böle aynı kaşıkta hem patates hem pilav hem nohut vardı filan yani. Üstüne tüp çokokremi son damlasına kadar emip bi de uno'nun yeşillik ve sarımsaklı atıştırmalık minik ekmek dilimlerinden yedim. Ha, crunch frambuazlı beyaz çikolatalı bişey çıkarmış bi de onu yedim. Ağzımın boş kaldığı zamanlarda da okaliptüslü mü mentollü mü ne bişiyli pastil emdim.
Regl! Where the fuck are you?"