Şu alıntı şurda dursun da arada okuyup gülelim:
"..Erol Büyükburç, Bilal Özcan’ın, “Kaç çocuğunuz var?” sorusuna yanıt verirken, kızları Evren, Jeyan, Özlem ve vefat eden Ajlan’ı anlattıktan sonra aşağıdaki ilginç açıklamayı yaptı:
"Belki daha çok çocuğum vardır onlar da başka amaçlarla benden alınmıştır. İlk defa konuşuyorum bunu, benim zekâ düzeyimin yüksek olduğunu düşünen ajanlar peşime takıldı, senelerce sperm almak için uğraştılar ve aldılar."
Bu yolla kendisinden 20'den fazla çocuk yapıldığına inandığını belirten ünlü sanatçı, o kadınların kendisine yakınlığını gönül ilişkisi zannettiğini, ancak öyle olmadığını daha sonra anladığını vurguladı. Erol Büyükburç birlikte olduğu o kadınları anlatırken, "Bir tanesi hostes kıyafetiyle gelmişti, inanılmaz güzel bir kadındı." dedi.
Büyükburç, kendisinden sperm çalan kadınların başka ülkelerin ajanı olabileceğini kaydederek, "Bu olayların 4–5 sene içinde olduğunu düşünüyorum. Bunların birçok memleketten olduğunu biliyorum. Belki benim IQ'mu gördüler ona yönelik olarak yapmış olabilirler."
Erol Büyükburç, "Size yapılanlar uzaylıların işi olabilir mi, uzaylıların dünyadaki akıllı insanları kaçırıp incelediği söyleniyor, size de bu yapılmış olabilir mi?" sorusu üzerine, "Olabilir" dedikten sonra şöyle devam etti:
"Bir kadınla birlikte olduktan sonra uyandığında vücudunun altın renginde olduğunu gördüm ve bunun ne olduğunu anlayamadım. Ciltte bir parlaklık, değişiklik olmuştu ne olduğunu anlayamadım, daha sonra bir şey oldu sanki beynime çip koydular. Müzikte kimsenin anlayamayacağı bir noktaya geldim." dedi."
31 Ekim 2010
29 Ekim 2010
Taksim?
“Taksim ne demek? Paylaştırmak, dağıtmak demek. İşte burası, İstanbul’da yaşayan insanların taksim edildiği yerdir. İnsanlar bu meydandan sokaklara, semtlere, caddelere dağılırlar. Ayrıca burada sürekli bir pay alma söz konusudur. Yani İstanbul’dan payına düşeni Taksim’den alırsın. Çünkü burada zevk, insan, uyuşturucu, kan, aşk, acı, akla gelen her şey taksim edilir. Hak edilen payların alındığı yer burasıdır. Tabii yapılan taksim bazen adaletli olmayabilir. Ama zaten meydanın adı sadece Taksim’dir. Adil Taksim Meydanı değil.”
Hakan Günday - Piç
Hakan Günday - Piç
28 Ekim 2010
Casper: The Friendly Umbrella
Yeni ayarladığım alarm melodimle uyanıyorum bu sabah. Friends’in jenerik müziğinden daha fazla nefret etmek istemediğim için, değiştirdim alarm zilimi. Yağmur geceden beri hız kesmemiş, aynen devam. Moralim bi bozuluyor, çaktırmıyorum, bugün perşembe, baskı günü, koşturmacayla geçicek, saçmasapan şeyleri düşünmeye fırsatım olmicak, hem haftasonuna da az kaldı. Giyinip çıkıyorum evden, saat sabahın körü. (10’a geliyor, ama bence yeterince kör) Kadın olduğunu düşündüğüm kısa boylu biri, biraz önümde, bütün ahesteliğini takınmış yürüyor. Kadın mı erkek mi göremiyorum çünkü boyu çok küçük ve şemsiyesi çok büyük. Uzaktan ayakları olan bir şemsiye gibi görünüyor. Ayaklı şemsiye, yokuşun başına yaklaşmış bense dibindeyim, ama az sonra ona yetişicem ve dar kaldırımı yavaş yavaş yürüyüp beni de darladığı için sinirim tepeme çıkıcak. Avrupai bir insan olduğumdan yoldan da yürüyemem, ne yapacağımı bilmiyorum. Neyse, yetişene kadar daha önemli bir sorunum var: vücudumun bütün boşluklarından nefes alma denemeleri yaparak, yokuşu tırmanmaya çalışıyorum. Bakalım ağız hariç nerelerden nefes alınabiliyormuş? Saate bakıyorum, servise geç kalmak üzereyim ve servisi kaçırmam halinde, önümüzdeki iki saatte Güneşli'ye gitmeye çalışırken çekeceğim çileler gözümün önünden bir bir geçiyor: Servisi saniyelerle kaçırıyorum, bir süre yağmurda perişan şekilde ve tabii ki ağlayarak (ayrıca rimellerim de akmış) arkasından koşuyorum ama durmuyor, dizlerimin üstünde yere çöküyorum, o sırada yanımdan geçen bir taksi bana kocaman bi su dalgası fışkırtıyor, ve perde! Bunları düşündükten sonra resmen turboluyorum. Yürüyen şemsiyeye yetişiyorum, hızında hala bir artış yok. Kafamda bu sefer, şöyle bir sahne beliriyor: Kadını omuzlarından tutup, "madem acelen yok niye sabahın köründe yollara düştün be kadın?" diye höykürerek sarsıyorum. Sonra tek elimle havaya kaldırıp yola savuruyorum, yanından geçen bir taksi ona kocaman bi su dalgası fışkırtıyor. Gerçek dünyaya dönüyorum, kadına iyice yanaşıp “pardon!” diyorum sinirli sinirli. Ama uyandığımdan beri ağzımdan çıkan ilk kelime olduğundan ve ses tellerim buna hazırlıksız yakalandığından sesimin akortsuzluğu kadını korkutuyor. “Ayy, korktum!” diyor. Normalde insanlara sesimi duyuramayan bi insan olduğumdan bu gereksiz gür ses, o an sinirlerimi hafiften bi gevşetiyor. Gülmeye başlıyorum, yetmiyor, kahkaha atıyorum, kadın korkup bir adım geri çekiliyor ama yani, öyle bir gülmek. Neyse yokuşun son adımları artık, elimde şemsiyem, (adı Casper, çünkü benim için 5 yaşımdan beri saydam olan her şey Casper ve şemsiyem de şu 3 TL’lik saydamlardan) rüzgar deli gibi eserken, düzlüğe (Taksim meydanı) adımımı atar atmaz Casper’ım demirlerinden sıyrılıp yukarı doğru fırlıyor. Ama böle şey gibi hani çizgi filmlerde biri ölür de ruhu yukarı doğru havalanır ya, aynen öyle. Ondan biraz daha hızlı ve korkunç şekilde hatta. Kafamı kaldırıp Casper’ın peşinden bakıyorum, hala yükseliyor. İnanılmaz korkutucu bir sahne ama komik de. Yine gülmeye başlıyorum. Etrafa bakıyorum, biri görmüş olsun da birlikte gülelim diye. (Mutluluk paylaştıkça büyür kafası) Yok, herkes kafasını eğmiş, yolunda gidiyor. Bakıyorum bu arada ben de elimde kalan Casper’ın iskeletiyle karşıdan karşıya geçmeye çalışıyorum. Şemsiye hala açık yani, ucu sağa sola giden demirler var elimde. Tekrar gülmeye başlıyorum. Ay ne çok güldüm sabah sabah, hiç de adetim değil diyorum kendi kendime. Kapatıyorum iskeletoru. Bi süre elimde taşıyorum, servis yolunu şöyle bir tarıyorum, Casper’ı gömücek bir yer arıyorum ama yol üstünde uygun bir yer yok. Kaldırım kenarındaki diğer ölü şemsiyelerin yanına bırakıyorum.
Hoşçakal Casper.
Hoşçakal Casper.
27 Ekim 2010
Yaş dönümüne..
"..yok bir yanıtın nereye diyenlere
bir buz titreşimi gibi
sallantılı ve şaşkın
ve çabuk bir merhaban vardır
bir yerden gelenlere
o bir yerler ki,
diyelim çok uzak olsun
sen gelmiş gibisindir oralardan,
otobüslerden yollardan,
deniz üstlerinden
topladığın gülüşlerle
ben seni
uzun bir yolda yürürken
görmedim ki hiç.."
26 Ekim 2010
ciytolk
ben: ya bu arada nööriciğm, senin odanın tavanını napıcaz. boyamak mı lazım acaba neetmek lazım? bide bacacıyı da bulduk ama hala çağırmadık, dikkatini çekerim.
Nurla: dün gece yorganı kontrol edicem diye uyuyamadım, sürekli kayıp durdu soluma soluma, boşluğa doğru. ama sabah bişiy yoktu. bacayı da halletmemiz lazım harbiden ya. allahım bigün doğalgazdan ölücez! bizim bu gtalk konuşmalarımız facebooka düşücek
altına böyle erkanlar falan yorum yapıcak; "hep derdi rahmetliler bacayı yaptırmamız lazımdı" diye!
ben: esas atv habere düşücek daha da kötüsü! ağlatmalı müzik eşliğinde: "gençlerin sanki içine doğmuştuuuuu!!!" dicek spiker. ya da ekranda şöle yazıcak: "ihmalkarlık!!!!!" (ünlemler)
Nurla: ahah. bugünki ilk kahkahamı sayende attım cınım, sağol
ben: sonra doğalgazdan ölen 3 genç kızın 6 yıl önce samsundan istanbula geldikleri, samsun ve istanbuldaki vasat okul hayatları fln hep böle abartılarak anlatılıcak, sanki Türkiye 3 potansiyel atom mühendisi adayını kaybetmiş gibi amk.
Nurla: "kariyerlerine de yeni başlamışlardı oysaki" minvalinde devam edicek.
ben: ve o sırada foto bahri'de çektirdiğimiz vesikalıklar yanyana, kayarak ekrandan geçicek!!! işte o an bizim asıl bittiğimiz an olucak bence. bütün foyamız ortaya çıkıcak, beyaz fon önünde, aynı siyah boğazlı kazağı giyip vesikalık çektirmeye gittiğimizi tüm Türkiye öğrenicek. "işte şimdi öldüler" dicek izleyen erkanlar fln! ya da bak bak, belki kombinin üstünde üçümüzün fotoğrafı var ya, onu gösterip ironi yaparlar. hahaha. biraz zekaları varsa tabii. bu arada şu an atv muhabirini, bizim ölmemiz durumunda eve gelip o fotoğrafı ironi yapmak için kullanmama ihtimaline karşı peşin peşin aşağıladım. ukalalığım çok net.
Nurla: dün gece yorganı kontrol edicem diye uyuyamadım, sürekli kayıp durdu soluma soluma, boşluğa doğru. ama sabah bişiy yoktu. bacayı da halletmemiz lazım harbiden ya. allahım bigün doğalgazdan ölücez! bizim bu gtalk konuşmalarımız facebooka düşücek
altına böyle erkanlar falan yorum yapıcak; "hep derdi rahmetliler bacayı yaptırmamız lazımdı" diye!
ben: esas atv habere düşücek daha da kötüsü! ağlatmalı müzik eşliğinde: "gençlerin sanki içine doğmuştuuuuu!!!" dicek spiker. ya da ekranda şöle yazıcak: "ihmalkarlık!!!!!" (ünlemler)
Nurla: ahah. bugünki ilk kahkahamı sayende attım cınım, sağol
ben: sonra doğalgazdan ölen 3 genç kızın 6 yıl önce samsundan istanbula geldikleri, samsun ve istanbuldaki vasat okul hayatları fln hep böle abartılarak anlatılıcak, sanki Türkiye 3 potansiyel atom mühendisi adayını kaybetmiş gibi amk.
Nurla: "kariyerlerine de yeni başlamışlardı oysaki" minvalinde devam edicek.
ben: ve o sırada foto bahri'de çektirdiğimiz vesikalıklar yanyana, kayarak ekrandan geçicek!!! işte o an bizim asıl bittiğimiz an olucak bence. bütün foyamız ortaya çıkıcak, beyaz fon önünde, aynı siyah boğazlı kazağı giyip vesikalık çektirmeye gittiğimizi tüm Türkiye öğrenicek. "işte şimdi öldüler" dicek izleyen erkanlar fln! ya da bak bak, belki kombinin üstünde üçümüzün fotoğrafı var ya, onu gösterip ironi yaparlar. hahaha. biraz zekaları varsa tabii. bu arada şu an atv muhabirini, bizim ölmemiz durumunda eve gelip o fotoğrafı ironi yapmak için kullanmama ihtimaline karşı peşin peşin aşağıladım. ukalalığım çok net.
13 Ekim 2010
Geç gelen mutluluk
Geçenlerde şöle bişey yazıp taslağa kaydetmişim, aynen yayımlıyanzi:
"Bugüne, sabahın köründe, i-na-nıl-maz (Sibel Can sölüyo gibi vurgulandığını düşünün bunun, böyle ebleh bir gülümsemeyle) yağlı bir açmayla başladım. Peşine bi paket trans yağlı ketçaplı ruffles yiyip, öğle yemeğinde nohutlu pilav ve patates kızartmasını birlikte tükettim. Ama baya birlikte böle aynı kaşıkta hem patates hem pilav hem nohut vardı filan yani. Üstüne tüp çokokremi son damlasına kadar emip bi de uno'nun yeşillik ve sarımsaklı atıştırmalık minik ekmek dilimlerinden yedim. Ha, crunch frambuazlı beyaz çikolatalı bişey çıkarmış bi de onu yedim. Ağzımın boş kaldığı zamanlarda da okaliptüslü mü mentollü mü ne bişiyli pastil emdim.
Regl! Where the fuck are you?"
"Bugüne, sabahın köründe, i-na-nıl-maz (Sibel Can sölüyo gibi vurgulandığını düşünün bunun, böyle ebleh bir gülümsemeyle) yağlı bir açmayla başladım. Peşine bi paket trans yağlı ketçaplı ruffles yiyip, öğle yemeğinde nohutlu pilav ve patates kızartmasını birlikte tükettim. Ama baya birlikte böle aynı kaşıkta hem patates hem pilav hem nohut vardı filan yani. Üstüne tüp çokokremi son damlasına kadar emip bi de uno'nun yeşillik ve sarımsaklı atıştırmalık minik ekmek dilimlerinden yedim. Ha, crunch frambuazlı beyaz çikolatalı bişey çıkarmış bi de onu yedim. Ağzımın boş kaldığı zamanlarda da okaliptüslü mü mentollü mü ne bişiyli pastil emdim.
Regl! Where the fuck are you?"
06 Ekim 2010
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)