31 Aralık 2010

Mutlu yıllars

Hepinize şöyle geçecek bir yıl dileyorum: Tıklayalım piliz

13 Aralık 2010

Nezahat abla

Ara sıra eve temizliğe gelen Nezahat abla bi gün ev kardeşi Çağla'yı arar.
Elif, akşam işten eve döner. Çağla'yla yemek yerler, mandalina faslına geçilir. (Meyve faslı demiyorum çünkü meyve namına sadece mandalina yiyoruz, soyması kolay ve zahmetsiz olduğundan) Bu arada gözler de boş boş televizyona bakmaktadır:

Çağla: Bugün Nezahat abla aradı.
Elif: Ne dedi? "Bidaha gelmicem, götüm çıkıyo sizin pis evinizi temizlicem diye, yeter lan sizle mi uğraşçam" mı dedi?
Çağla: Yok.
Elif: "Evi arada süpürün, yoksa bi daha gelmem" mi dedi?
Çağla: Kardeşi Hollanda'ya gidiyomuş da... "Hani sizin biriniz havaalanında çalışıyodu ya" dedi.
Elif: (Kafa hiç basmayarak) Hangimizmiş o?
Çağla: Nurla'yı diyo!
Elif: Ahaha. Koca uzay mühendisini tek kalemde harcamış kadın!
Çağla: "Neydi onun adı?" dedi. Nurla dedim. "Neeey, ay ne dolambaçlı ismi varmış" dedi. Ahaha.
Elif: Nurla gelince söleyelim, yıllar sonra yepyeni bi yorum geldi ismine. Ahaha.
Çağla: Gülme. Senin için de dedi ki; "Öteki naapıyo, ona da selam söle, onun daha iyice bi ismi vardı." Ahahah.
Elif: Aleykümselam. (Ve gıcık bakışlar)

10 Aralık 2010

Sinirhastasılığının bazı belirtileri

Ortaokuldayken, Window on the World (WOW) diye bi ingilizce kitabımız vardı bizim. Onun da her ünitesinde (chapter da denebilir) karikatürümsü çizimler vardı. İki şapşal kafadarın maceraları gibi hani, bilirsiniz (you know). Heriflerin biri ince uzun, diğeri kısa ve şişmandı. Ve sınıftakilerden bazıları hangisinin adının ne olduğunu bi türlü akıllarında tutamazdı. O zamanlar buna ne kadar gıcccık olurdum, ne siz sorun ne ben söliyim. Olm nası aklınızda tutamıyonuz yaaa!
Yani aslında şu an ben de hangisinin hangisi olduğunu hatırlamıyorum! Ama yıllar sonra bu biraz normal bence. Ama o zaman gerçekten normal bişey değildi. Günde 7 saat ingilizce dersi alıyosun, o kitapla yatıp kalkıyosun, o herifleri anandan babandan çok görüyosun (bu da fix benzetmedir) ve hangisi hangisi bilemiyosun! En yakın iki arkadaşının adını karıştırmak gibi bişey bu. Of çok sinirliyim yaa!
Fakat yıllar sonra bunun aklıma gelmesi ve sinirlenmem?
İşte bu noktada sinir hastalığı gerçeğiyle yüzleşiyoruz.
Birincisiyle alakasız olarak bir de benden çok aksesuar takan adamlara karşı olan sinirim var. Bunlara da çok, içten içe, sinsice kıl oluyorum. Böyle kollarında, boyunlarında bişiyler görünce çıldırasım geliyo. "Üşenmiyo musun o kadar şeyi koluna bacaana dolamaya?" diyesim geliyo. "Raatsız mısın?" diyesim geliyo. İçimden diyorum da zaten, ama dışımdan da diyesim geliyo işte. O noktada biraz sıkıntı var.

Şimdilik maruzatım bu kadar. İlerde tabii ki de yeni gıcıklıklarla karşınızda olacağım.
Siiyu.

07 Aralık 2010

James Franco'nun gücü adına

James Franco insanının iki kadın üzerindeki etkileri temalı yazımız başlıyor... Bu insan suretindeki insanüstü erkeki çok seksiy buluyoruz. Hemen bir gtalk konuşması örnekiyle açıklıyorum:

ben: (seksi fotoğrafları için tıklayınız gibilerinden bi link var burda) Nuri şuna bak!
Nurla: çalışmıyo link, dur bakıyom gugullan.
Oyyy. Bu milk'te iyiydi, milk'te, iyidi milk'te bu.
ben: ahahaha. gözünün önüne geldi ve klavyeni durduramadın di mi? şu an ben de "çogiyiydi yaa" diyerek deli gibi kafayı sallıyorum. millet de gecenin etkisinden kurtulamadım felan sanıcak amk. -gözler kısık şekilde, çog iyiydii yıaa diyerek kafa sallamak-
Oyyyyyy. Bıyık da yakışiyör. Canıms!
Nurla: Oyy. eveeeet eveeet.

ve James Franco'yla 'oyy'lu dakikalar burada sona eriyor. İygünner.

ps. bu posta yaraşır bi fotoğraf seçemedim. çünkü hepsi birbirinden emeyzing, hepsi birbirinden magnifik. siz şuraya tıklayaraktan zevkinize uygun bi tanesini seçip bakabilirsiniz ama ergen gibi wallpaper felan yapmaya kalkmayın.
Öperler. -sizi değil şapşiler, tabii ki ceyms'i-

03 Aralık 2010

Firıngıls

Sayın Yeni Akit gazetesi yetkilileri,
size kolaylık olsun diye ben iki tane allahsızın adını burada ifşa etmek, onları hedef göstermek istiyorum:
Nurla Bayrak ve Çağla Anarat.

Bu iki kitapsız, bi kutu Pringles'ı bi güzeeel yemiiiş, ondan sonra da boş kutusunu salondaki masanın ORTASINA bırakmış!
Geçen eve gittim, saat geç, yorgunum, argınım, kendimi ikili koltuğa bıraktım. Hemen yandan taptatlı bi kırmızılık... Bi çevirdim kafayı, sevimli bıyıklı bi adamın kafası beni kesiyo. Pringles! (also known as firıngıls) Elimi atmamla birlikte boş olduğunu anlayıp yıkılmam bir oldu. Hani böyle ağır bi şey kaldıracağını düşünen beyin ele ona göre bi güç gönderir de o şey hafif çıkınca el böle bi yalpalar, yukarı doğru gereğinden fazla bi ivme kazanır hani. Öle oldu işte.
Saat de geç, bakkala da gidemem. Zaten erken de olsa gitmem, üşenirim, o ayrı da. Hadi diyelim üşenmedim; bakkal kapalı! Neyse gittim yattım ondan sonra.

Tabii kendilerine okkalı bir not bırakmayı da ihmal etmedim.
Bu elim olaydan sonra henüz yüzyüze gelmedik kendileriyle. Olaylar nasıl gelişecek, yüzüme nasıl bakıcaklar bilmiyorum!!!

Buarada bunlar galiba hep, Erdem'i küçükken boş Napoliten kağıtlarını dolu gibi katlayıp kerizlemeye kalktığım için, çocuğun nefsinin dengeleriyle oynadığım için başıma geliyor olabilir. Karma is a biyaç çünkü.

01 Aralık 2010

eelifekinci

İnsanoğlunun, telefonda dandik mail adresi anlatırken çektiği çileyi başka hiçbir yerde çekmediğini düşünüyorum:

-eelifekinci et cimeyil kom
+pardon?
-e elif ekinci
+e ekinciii eeeet gimeyiil
-hayır!! e elif ekinci. başında iki tane e var: eelifekinci!
+hmm.

Bundan sonrası kısmet artık. "Hımm"dan sonra genelde üstelemiyorum. "Anladınız mı?" filan gibi rencide edici sorular sormuyorum. Anladıysa geliyor mail, anlamadıysa da ekime kadar artık napayım.

30 Kasım 2010



Bazen,
kahvaltıdan önce,
aç karnına,
çok acayip şeyler
olabiliyor
gerçekten..

29 Kasım 2010

Bir gün bayiide Radikal bulamazsanız bunun tek sorumlusu çekirdektir

Gazeteye her gün kargoyla kolilerce posta geliyor. Bilyonlarca açılış davetiyesi, cd'ler, kitaplar, dergiler vs. Ormanlarca kağıt. Bazen de yeni çıkan ürünleri deneyelim diye, birer promosyon. Ama bazen!

En sancılı posta saatiyse akşamüstü gelen posta. Ofisboyumuz Fatih, "yurtiçi kargo poşetleri dağı"nı getirip bir köşeye boşaltıyor, sonra da zarfları sahiplerine veyahut sahibelerine dağıtıyor. Sabah ve öğlen gelen postaları dağıttığı sırada Fatih hiç dikkat çekmezken akşam olduğunda yolu dört gözle beklenir oluyor. Gelince krallar gibi karşılanıyor, ortamda resmen bir bayram havası! Getirdiği dağın içinde kimbilir kaç yıllarca uğraşılıp yazılmış kitaplar, emek edip çıkarılmış albümler, kimbilir hangi upper-entelektüel davetlere davetiyeler var. Ama akşam seansında Fatih'in muhatap olduğu tek soru var: "Fatih, yicek bişey var mı orda yeaa?" Hatta daha ileri gidip spesifik isteklerde bulunanlar da oluyor, misal: "Fatih! Çekirdek yok mu çekirdek?". İşte bu Radikal'in sonunu getirecek soru...

Benim de coşkuyla katıldığım bu süreçte son günlerde dikkatimi bir şey çekti: Her nasılsa, her seferinde o kargo paketlerinin içinden bir çekirdek paketi çıkıyor! Türkiye'de çekirdek endüstrisine dair detaylı bir bilgim yok ama bu kadar gelişkin olmadığını da biliyorum. Her gün yeni bir çekirdek markası piyasaya çıkmıyor ya da yeni bir çekirdek modeli, türü de üretilmiyor. Az tuzlusu, çok tuzlusu, tombiği var, yetiyor zaten. Her neyse, serviste 20 kişiye yakınız. Tam sayfaların geçilmesi gereken saatte, biri, Fatih olduğundan şüpheleniyorum ben, ortaya birkaç tane çekirdek paketi salıyor. Birdenbire bir "çitt" sesi hasıl oluyor. Çekirdeği gören başına üşüşüyor ve zaten uğultulu olan ortam bir de çekirdek çitleme sesleriyle efsane bir ses düzeyine ulaşıyor. Bu esnada, çekirdeğe saplanıp, işini yapamayan, yetiştiremeyen insanların dramları yüzlerinden okunuyor ama kimse kendini durduramıyor. Elektrik akımı gibi bir şey olduğundan kimse eşine dostuna yardımcı da olamıyor. Her güne, "bakın, bugün sayfaları geçtikten sonra yiyelim çekirdekleri, tamam mı, çok el alıyor yaa!" diye başlayan Radikal ekibi, akşam olup da hava kararanda yine çekirdeğin kollarına esir düşüyor.

Benim bu konuda pek kimseyle paylaşmadığım (sadece umuma açık bloguma yazıyorum işte), bir teorim var. Bence Fatih, Radikal ekibinin başarılı olmasını istemeyen bazı gizli güçlerin ajanı. Ve tam, sayfa geçme saatinde ortaya dünyanın en sapık yiyeceği olan ve yıllar önce bu amaçla Avrupa'da bir laboratuvarda CIA'e bağlı bilimadamları tarafından üretilen bir yiyecek olduğunu düşündüğüm çekirdeği atıp bıyık altından gülerek uzaklaşıyor. Biliyorum, siz şimdi bana gülüyorsunuz, "gafayı yemiş amk, Erol Büyükburç'a bağlamış" diyorsunuz içinizden, ama bakın, demedi demeyin. Ajan o çocuk, ajaaan! Zaten birkaç kez denk geldim, kargo paketlerini bırakıp kattan ayrılırken kendi kendine, ya da belki üzerine yapışık çipli bir mikrofona, bilmiyorum, bir şeyler mırıldanıyordu.

Şimdilik konuyla ilgili söyleyeceklerim bunlar, olayın belgeleri önümüzdeki günlerde Wikileaks tarafından açıklanacak. Beklemede kalın..

20 Kasım 2010

"Hayat, yolunu hep beklenmedik, hesapsız buluşmalar, talihli karşılaşmalar sayesinde bulur. O yüzden hiçbir hayat sıradan değildir. Uykusu kaçan yaşlı bir orospu bir gün otel odasından çıkar, karşı apartmanın aralık kalan sokak kapısını açar, altı kat merdiven tırmanıp hep karşı pencerede gördüğü genç adamın kapısını tıklatır. Hayat yolunu çizsin, kaderler birbirine karışsın, sorular cevaplansın, cevaplar kaybolsun diye bir orospunun uykusu kaçar ve öylesine, laf olsun diye, sadece konuşmak için, gerçekten öylesine, odasından çıkar."
Mine Söğüt - Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey

19 Kasım 2010

Yapmayın kurban olayım

Küçükken ailenin aldığı kurbanlık hayvanlarla duygusal bağ filan kurmazdım. Yanlarına bile gitmezdim hatta. Hiç öle aman kuzucuğumu kestiler, yok efendime söliyim, kınalıya nası kıyarsınız caniler filan gibi triplerim olmadı. Çekirdek ailemizin, her sene bayramın ikinci gün kahvaltısında ciğer yeme ritüeline büyük bi mutlulukla eşlik ettim. Bi defasında bile kesilen hayvan aklıma gelmedi. Hayatım boyunca vejeteryan filan olmayı aklımdan bile geçirmedim.
Dolayısıyla, takdir edersiniz ki;
kurban bayramı gelince her taraftan fışkıran kurbanlıkla dost olan çocuk ve sonraki hayatında yaşadığı travmalar konulu hikayelerden nefret ediyorum!!
Arz ederim.

13 Kasım 2010

Güdümlü Abdullah Gül terliği?

Peki Abdullah Gül'ün türban meselesi üzerine; “Bu türban konusundan bıktım artık açık söyleyeyim. Bırakın, herkesi serbest bırakın, herkes ne istiyorsa giysin!" demesi?
Adam Türkiye'nin annesi gibi. İsyanları oynuyor. Hatta ben açıklamanın devamında "Verem ettiniz beni be, vereem!" gibilerinden bir şey bekledim ki biraz daha konunun üstüne gidilirse, onu da duyabiliriz gibime geliyor.

11 Kasım 2010

Yer misin, yemez misin?






-Are
you a
megalosaurus?

+No.

-Don't
eat it.

10 Kasım 2010

Sori

Kazancı yokuşunu depar atarak çıkmaya çalışan raatsız arkadaş!

Suratına bön bön bakıp "Yoook artııık!" diyerek seni güldürüp hızını kestiğim için üzüldüm şimdi bi an düşününce. Ama napiym, çok komik görünüyodun lan!
Neyse, sori canım. Öptüm kib.

05 Kasım 2010

Hırkanın hayatımızdaki yeri ve önemi

"..hırkaları sorgulamamalıydı, biliyordu. Küçüklüğünden beri ne zaman dışarı çıksa bir hırka geçirmişlerdi üzerine. Her nedense, ev dışındaki dünya 'kuzey kutbu' gibi bir yerdi onlara göre. Dışarısı demek 'soğuk diyar' demekti ve oraya gitmeden önce hırkanı mutlaka yanına alman gerekirdi."
Elif Şafak - Baba ve Piç

04 Kasım 2010

Dün gece yatmadan evvel, ortalıktaki en güzel kelimenin 'merhaba' olduğuna karar verdim. Merhaba çogoş bence. Hem böyle söylemesi güzel, ağza oturuyo hem de sürprizli filan bi kelime. Ne biliym. Bi konuşma başlıyo ama bilemiyosun merhabadan sonra ne geliceeni. Süper bişey de söyleyebilir karşıdaki, bi laf edip gününü sikertedebilir. Çogilginç yani bence merhaba.
Şu cümleleri de İclal Aydın tandansına kendimi kaptırmadan yazdım bitirdim ya, allahıma bin şükür. Çünkü merhabanın öyle de bir eğilimi var. Üzerine süper bayık makaleler filan da yazılabilitesi var yani. "Bir merhabayla başlar her şey.." filan gibi mesela. Ya da efendime söliyim, "Bir merhaba ne çok şey değiştirir bilir misiniz?" filan gibi. O açıdan pek hoş değil. Ama diğer açılardan bence merhaba okey.

02 Kasım 2010

Alper Kamu

“hayatımdaki tek iyi şey artık anaokuluna gitmek zorunda olmayışımdı. zarardan kâr. uzun süre annem ile babama anaokulunun bana göre bir yer olmadığını anlatmaya çalışmıştım aslında. bütün rasyonel dayanaklarıyla. hiç bir işe yaramamıştı maalesef. illa ki uykumda kan ter içinde tepinmek, servis minibüsü kapıya geldiğinde küçük çapta bir sinir krizi geçirmek gibi yöntemlere başvurmam gerekecekti derdimi anlamaları için. kepazelik. insanı kendinden utandırıyorlardı. babam ise şu ya da bu anaokuluna gitmemin bir şeyi değiştirmeyeceği gerçeğini anlamış görünüyordu. evde yalnız kalmamın herhangi bir problem yaratmayacağını anlamıştı. kimbilir belki içten içe anaokulu masrafından kurtulmak istiyordu. ama bunun için ona hiç gücenmiyordum. bir devlet memurunun eti ne budu ne? çocuklarına işkence etmek için maaşlarının yarısını isteyen o iğrenç sömürgenler utansın. bir de ona o maaşı layık görenler. sonunda babam tartışmayı noktalayan ve kurtuluşumu müjdeleyen kararını açıkladı: “ecdadını skerim ben anaokulunun!”
Alper Canıgüz - Oğullar ve Rencide Ruhlar

01 Kasım 2010

Mobil modem?

“Şu anda cep telefonu şirketlerimiz talebi karşılayamıyor. O yan tarafına takılan zımbırtıdan imal etmeye çalışıyorlar. Adı aklıma gelmedi, internete girmek için seyyar modem, vın-mın bir şey diyorlar.”
Binali Yıldırım - Ulaştırma Bakanı
(Ama internete de bakıyor aynı zamanda)

Canımıniçi


Hastasınım
olm senin!
Çosseviyorum!

31 Ekim 2010

Error Büyükburç

Şu alıntı şurda dursun da arada okuyup gülelim:

"..Erol Büyükburç, Bilal Özcan’ın, “Kaç çocuğunuz var?” sorusuna yanıt verirken, kızları Evren, Jeyan, Özlem ve vefat eden Ajlan’ı anlattıktan sonra aşağıdaki ilginç açıklamayı yaptı:

"Belki daha çok çocuğum vardır onlar da başka amaçlarla benden alınmıştır. İlk defa konuşuyorum bunu, benim zekâ düzeyimin yüksek olduğunu düşünen ajanlar peşime takıldı, senelerce sperm almak için uğraştılar ve aldılar."

Bu yolla kendisinden 20'den fazla çocuk yapıldığına inandığını belirten ünlü sanatçı, o kadınların kendisine yakınlığını gönül ilişkisi zannettiğini, ancak öyle olmadığını daha sonra anladığını vurguladı. Erol Büyükburç birlikte olduğu o kadınları anlatırken, "Bir tanesi hostes kıyafetiyle gelmişti, inanılmaz güzel bir kadındı." dedi.

Büyükburç, kendisinden sperm çalan kadınların başka ülkelerin ajanı olabileceğini kaydederek, "Bu olayların 4–5 sene içinde olduğunu düşünüyorum. Bunların birçok memleketten olduğunu biliyorum. Belki benim IQ'mu gördüler ona yönelik olarak yapmış olabilirler."
Erol Büyükburç, "Size yapılanlar uzaylıların işi olabilir mi, uzaylıların dünyadaki akıllı insanları kaçırıp incelediği söyleniyor, size de bu yapılmış olabilir mi?" sorusu üzerine, "Olabilir" dedikten sonra şöyle devam etti:
"Bir kadınla birlikte olduktan sonra uyandığında vücudunun altın renginde olduğunu gördüm ve bunun ne olduğunu anlayamadım. Ciltte bir parlaklık, değişiklik olmuştu ne olduğunu anlayamadım, daha sonra bir şey oldu sanki beynime çip koydular. Müzikte kimsenin anlayamayacağı bir noktaya geldim." dedi."

29 Ekim 2010

Taksim?

“Taksim ne demek? Paylaştırmak, dağıtmak demek. İşte burası, İstanbul’da yaşayan insanların taksim edildiği yerdir. İnsanlar bu meydandan sokaklara, semtlere, caddelere dağılırlar. Ayrıca burada sürekli bir pay alma söz konusudur. Yani İstanbul’dan payına düşeni Taksim’den alırsın. Çünkü burada zevk, insan, uyuşturucu, kan, aşk, acı, akla gelen her şey taksim edilir. Hak edilen payların alındığı yer burasıdır. Tabii yapılan taksim bazen adaletli olmayabilir. Ama zaten meydanın adı sadece Taksim’dir. Adil Taksim Meydanı değil.”
Hakan Günday - Piç

28 Ekim 2010

Casper: The Friendly Umbrella

Yeni ayarladığım alarm melodimle uyanıyorum bu sabah. Friends’in jenerik müziğinden daha fazla nefret etmek istemediğim için, değiştirdim alarm zilimi. Yağmur geceden beri hız kesmemiş, aynen devam. Moralim bi bozuluyor, çaktırmıyorum, bugün perşembe, baskı günü, koşturmacayla geçicek, saçmasapan şeyleri düşünmeye fırsatım olmicak, hem haftasonuna da az kaldı. Giyinip çıkıyorum evden, saat sabahın körü. (10’a geliyor, ama bence yeterince kör) Kadın olduğunu düşündüğüm kısa boylu biri, biraz önümde, bütün ahesteliğini takınmış yürüyor. Kadın mı erkek mi göremiyorum çünkü boyu çok küçük ve şemsiyesi çok büyük. Uzaktan ayakları olan bir şemsiye gibi görünüyor. Ayaklı şemsiye, yokuşun başına yaklaşmış bense dibindeyim, ama az sonra ona yetişicem ve dar kaldırımı yavaş yavaş yürüyüp beni de darladığı için sinirim tepeme çıkıcak. Avrupai bir insan olduğumdan yoldan da yürüyemem, ne yapacağımı bilmiyorum. Neyse, yetişene kadar daha önemli bir sorunum var: vücudumun bütün boşluklarından nefes alma denemeleri yaparak, yokuşu tırmanmaya çalışıyorum. Bakalım ağız hariç nerelerden nefes alınabiliyormuş? Saate bakıyorum, servise geç kalmak üzereyim ve servisi kaçırmam halinde, önümüzdeki iki saatte Güneşli'ye gitmeye çalışırken çekeceğim çileler gözümün önünden bir bir geçiyor: Servisi saniyelerle kaçırıyorum, bir süre yağmurda perişan şekilde ve tabii ki ağlayarak (ayrıca rimellerim de akmış) arkasından koşuyorum ama durmuyor, dizlerimin üstünde yere çöküyorum, o sırada yanımdan geçen bir taksi bana kocaman bi su dalgası fışkırtıyor, ve perde! Bunları düşündükten sonra resmen turboluyorum. Yürüyen şemsiyeye yetişiyorum, hızında hala bir artış yok. Kafamda bu sefer, şöyle bir sahne beliriyor: Kadını omuzlarından tutup, "madem acelen yok niye sabahın köründe yollara düştün be kadın?" diye höykürerek sarsıyorum. Sonra tek elimle havaya kaldırıp yola savuruyorum, yanından geçen bir taksi ona kocaman bi su dalgası fışkırtıyor. Gerçek dünyaya dönüyorum, kadına iyice yanaşıp “pardon!” diyorum sinirli sinirli. Ama uyandığımdan beri ağzımdan çıkan ilk kelime olduğundan ve ses tellerim buna hazırlıksız yakalandığından sesimin akortsuzluğu kadını korkutuyor. “Ayy, korktum!” diyor. Normalde insanlara sesimi duyuramayan bi insan olduğumdan bu gereksiz gür ses, o an sinirlerimi hafiften bi gevşetiyor. Gülmeye başlıyorum, yetmiyor, kahkaha atıyorum, kadın korkup bir adım geri çekiliyor ama yani, öyle bir gülmek. Neyse yokuşun son adımları artık, elimde şemsiyem, (adı Casper, çünkü benim için 5 yaşımdan beri saydam olan her şey Casper ve şemsiyem de şu 3 TL’lik saydamlardan) rüzgar deli gibi eserken, düzlüğe (Taksim meydanı) adımımı atar atmaz Casper’ım demirlerinden sıyrılıp yukarı doğru fırlıyor. Ama böle şey gibi hani çizgi filmlerde biri ölür de ruhu yukarı doğru havalanır ya, aynen öyle. Ondan biraz daha hızlı ve korkunç şekilde hatta. Kafamı kaldırıp Casper’ın peşinden bakıyorum, hala yükseliyor. İnanılmaz korkutucu bir sahne ama komik de. Yine gülmeye başlıyorum. Etrafa bakıyorum, biri görmüş olsun da birlikte gülelim diye. (Mutluluk paylaştıkça büyür kafası) Yok, herkes kafasını eğmiş, yolunda gidiyor. Bakıyorum bu arada ben de elimde kalan Casper’ın iskeletiyle karşıdan karşıya geçmeye çalışıyorum. Şemsiye hala açık yani, ucu sağa sola giden demirler var elimde. Tekrar gülmeye başlıyorum. Ay ne çok güldüm sabah sabah, hiç de adetim değil diyorum kendi kendime. Kapatıyorum iskeletoru. Bi süre elimde taşıyorum, servis yolunu şöyle bir tarıyorum, Casper’ı gömücek bir yer arıyorum ama yol üstünde uygun bir yer yok. Kaldırım kenarındaki diğer ölü şemsiyelerin yanına bırakıyorum.
Hoşçakal Casper.

Yağmayağmuryağmaartıkdur!






Yağmurdan
hiçmihiç
hoşlanmıyorum.
Ama
Marc Johns
bence
çok hoş.

27 Ekim 2010

Yaş dönümüne..



"..yok bir yanıtın nereye diyenlere
bir buz titreşimi gibi
sallantılı ve şaşkın
ve çabuk bir merhaban vardır
bir yerden gelenlere
o bir yerler ki,
diyelim çok uzak olsun
sen gelmiş gibisindir oralardan,
otobüslerden yollardan,
deniz üstlerinden
topladığın gülüşlerle
ben seni
uzun bir yolda yürürken
görmedim ki hiç.."

26 Ekim 2010

ciytolk

ben: ya bu arada nööriciğm, senin odanın tavanını napıcaz. boyamak mı lazım acaba neetmek lazım? bide bacacıyı da bulduk ama hala çağırmadık, dikkatini çekerim.
Nurla: dün gece yorganı kontrol edicem diye uyuyamadım, sürekli kayıp durdu soluma soluma, boşluğa doğru. ama sabah bişiy yoktu. bacayı da halletmemiz lazım harbiden ya. allahım bigün doğalgazdan ölücez! bizim bu gtalk konuşmalarımız facebooka düşücek
altına böyle erkanlar falan yorum yapıcak; "hep derdi rahmetliler bacayı yaptırmamız lazımdı" diye!
ben: esas atv habere düşücek daha da kötüsü! ağlatmalı müzik eşliğinde: "gençlerin sanki içine doğmuştuuuuu!!!" dicek spiker. ya da ekranda şöle yazıcak: "ihmalkarlık!!!!!" (ünlemler)
Nurla: ahah. bugünki ilk kahkahamı sayende attım cınım, sağol
ben: sonra doğalgazdan ölen 3 genç kızın 6 yıl önce samsundan istanbula geldikleri, samsun ve istanbuldaki vasat okul hayatları fln hep böle abartılarak anlatılıcak, sanki Türkiye 3 potansiyel atom mühendisi adayını kaybetmiş gibi amk.
Nurla: "kariyerlerine de yeni başlamışlardı oysaki" minvalinde devam edicek.
ben: ve o sırada foto bahri'de çektirdiğimiz vesikalıklar yanyana, kayarak ekrandan geçicek!!! işte o an bizim asıl bittiğimiz an olucak bence. bütün foyamız ortaya çıkıcak, beyaz fon önünde, aynı siyah boğazlı kazağı giyip vesikalık çektirmeye gittiğimizi tüm Türkiye öğrenicek. "işte şimdi öldüler" dicek izleyen erkanlar fln! ya da bak bak, belki kombinin üstünde üçümüzün fotoğrafı var ya, onu gösterip ironi yaparlar. hahaha. biraz zekaları varsa tabii. bu arada şu an atv muhabirini, bizim ölmemiz durumunda eve gelip o fotoğrafı ironi yapmak için kullanmama ihtimaline karşı peşin peşin aşağıladım. ukalalığım çok net.

13 Ekim 2010

Geç gelen mutluluk

Geçenlerde şöle bişey yazıp taslağa kaydetmişim, aynen yayımlıyanzi:

"Bugüne, sabahın köründe, i-na-nıl-maz (Sibel Can sölüyo gibi vurgulandığını düşünün bunun, böyle ebleh bir gülümsemeyle) yağlı bir açmayla başladım. Peşine bi paket trans yağlı ketçaplı ruffles yiyip, öğle yemeğinde nohutlu pilav ve patates kızartmasını birlikte tükettim. Ama baya birlikte böle aynı kaşıkta hem patates hem pilav hem nohut vardı filan yani. Üstüne tüp çokokremi son damlasına kadar emip bi de uno'nun yeşillik ve sarımsaklı atıştırmalık minik ekmek dilimlerinden yedim. Ha, crunch frambuazlı beyaz çikolatalı bişey çıkarmış bi de onu yedim. Ağzımın boş kaldığı zamanlarda da okaliptüslü mü mentollü mü ne bişiyli pastil emdim.
Regl! Where the fuck are you?"

06 Ekim 2010

Çokomel

Eski bi defterin arasından yıllar önce oynanmış bir ihale'nin skor kağıdının çıkması şey gibi, çook eski bi kitabın arasından düzeltilmiş çokomel kağıdı çıkması gibi.

04 Ekim 2010

The Dandy Warhols-Sleep

28 Eylül 2010

Annenin bulmacayla imtihanı

Anne arıyor...
E: Naber anne?
A: He iydir ya Elif, şey dicem, hani Hırsız-Polis'te oynayan adam vardı ya, onun adı neydi?
E: Timuçin Esen mi?
A: Heh, ay evet yaa. Bulmaca çözüyodum da, Tamam, hadi o zaman görüşürüz sonra.
Çat!

Anne arıyor...
E: Aney?
A: Ya Eliif, şey vardı ya, hani çok beyaz dişli bi adam, türkü filan sölüyo?
E: İzzet Yıldızhan mı?
A: Heh evet valla afferim sana lan, ama sorduğum o değil, ona benzeyen bi adam var hani, o da türkücü?
E: Berdan Mardini mi?
A: Ya bilmiyorum ki!
E: ??
A: Neyse, dur ben bikaç harf daha çıkarıym, ararım gene.
Anne arıyor...
E: Hı?
A: Şeymiş o, Cengiz İmren'miş. Buldum.
E: Haaaö. Taam.
A: İyi hadi görüşürüz.
E: Hadi bay.
Çat!

Anne arıyor...
E: Anne?
A: Elif ya şey sorcam sana, hani bi kadın vardı, kocası ölmüştü gencecik.
E: Deniz Uğur mu?
Burda babama dönüp, onla konuşmaya başlıyo..
A: Bak işte görüyo musun Mustafa, kızım nası ben leb demeden leblebiyi anlıyo, iki saattir anlatıyorum, anlamıyosunuz.. blablabla
E: Annnneeeöö?
A: Heh tamam canım sağol. Ay iki saattir anlatıyorum babanlara anlamıyolar bi türlü, sinir oldum. Neyse hadi, sağol. Öptüüüm.
E: Hadi.

Böle gidiye bu..

24 Eylül 2010

Telephonin'

-Alo?
+Buyrun?
-Radikal İki mi efendim?
+Evet, buyrun.
-Ben bir yazı göndermiştim ama elinize ulaştı mı diye teyit etmek istiyorum, kiminle görüşebilirim?
+Benimle olabilir mesela, Elif ben. Mailinizin başlığı neydi?
-Sabahattin Ali
+Evet aldık, yazınızı. Teşekkürler.
-Şimdi Elif hanım ben daha çok ressamlık üzerine yazıyorum aslında. Kanada'da filan da bulundum.
+???
-Şimdi ama artık İstanbul'da yaşıyorum. Yazları resim yapmak için İzmir'e gidiyorum.
+Hımm, doğrudur, evet, hıhı.
-Kışları da hava soğuyunca İstanbul'a dönüyorum.
+Hıhı evet. Tabii.
-Kanada'ya dönmüyorum artık.
+Hmm?
-Yani yazımı değerlendirirseniz çok sevinirim.
+Değerlendirmeye alıcaz, teşekkürler.
-Hoşçakalın.
+Hoşçakalın.

06 Eylül 2010

Ağrıspor

Ben hiç spor yapmıyım ama tamam mı?
Sırtım ağrısın hep. Belim, omzum, kolum, bacağım ağrısın. Ama hala hiç spor yapmıyım.
Aferim bana.
ayrıca hep böle tembel olayım.
bloğa ayda toplam 5 cümle yazayım.
çok şahane.
süpersonik.

05 Eylül 2010

06 Ağustos 2010

İnterneti ne kadar doğru kullanıyorsunuz?

"Soru: Facebook arkadaş listenizde yeni doğmuş bebek var mı?
Değerlendirme: Cevabınız "evet" ise, siz interneti çok yanlış kullanıyorsunuz. Her yıl başkalarına lazım olan Kıbrıs adası büyüklüğünde bir interneti israf ediyorsunuz."

Erman Çağlar en sevdiğim şey.

18 Temmuz 2010

Pazar: Bir buhran masalı

18 Temmuz tarihli Pazar günü böyle mi geçmeliydi?

Akşamdan kalma uyanma. Yatakta sağa sola dönüp biraz hımmm'lama. Gidip salondaki koltuğa yatma. İki saniye sonra söverek, direkt güneş ışığına maruz kalmış salondan ayrılma. Tekrar yatağa dönüp biraz daha uyuma. Tekrar uyanma. Çağla'nın menemeninin bir kısmını yeme. Kola içme. Hımm bugün biraz kitap okuyayım, biraz da bişiler izleyeyim diye düşünme. Bilgisayarı açma. Mail kontrol. Twitter. Facebook. Ekşi. Çeşitli bloglar. Gazeteler. Twitter. Facebook. Ekşi. Twitter. Facebook. Ekşi. Twitter. Facebook. Ekşi. Twitter. Facebook. Ekşi. Twitter. Facebook. Ekşi. Twitter. Facebook. Ekşi. Twitter. Facebook. Ekşi. Baş dönmesi şikayetiyle bilgisayarın başından kalkma. Ders çalışan Çağla'ya sözlü taciz. Cips yeme. Çerezzos süt mısırı cipsini beğenip beğenmeme konusundaki inanılmaz kararsızlık. Beğenme. Beğenmeme. Tekrar beğenme. Fıstıklı olaydı diye hayıflanma. Kola içme. Dia kakaolu fındıklı damla çikolatalı bisküvi yeme. Ya keşke televizyonda Tom ve Jerry olsaydı diye düşünme. Kendi kendine of hadi git biraz kitap oku deme. Gidip biraz Kinyas biraz Kayra okuma. Ya blog yazmak lazım diye düşünme. Of hiç uğraşamam diye düşünme. Kola içme. Günlerdir komidinde duran zinciri karışmış kolyeyi çözmeye çalışma. Çözememe. Tekrar aynı yere bırakma. Telefonda annaneyle konuşma. Camdan dışarıyı izleme. Acaba eyfel kulesinin şimdiye kadar kaç milyar kare fotoğrafı çekilmiştir diye düşünme. Acaba dünyada en çok fotoğraflanan şey nedir diye düşünme. Şimdi bu nerden aklıma geldi amk diye düşünme. Biz artık hiç fotoğraf çekmiyoruz diye üzülme. Tekrar internetin derin dehlizlerine inme. Çıkma. Tekrar kitap okuma. Pestolu makarna yeme. Bir tabak daha yeme. Kola bittiği için kola içememe. Yatağa uzanıp acaba okuma yazma bilmeseydim hayat nasıl olurdu diye uzun uzun, detaylı bir şekilde düşünme.

Şimdilik saat 19.30 ve bu noktadayım. İlerleyen saatler için çok daha eğlenceli planlarım var. Gerçekleştirmeye çalışacağım. Ama bu işler belli olmuyor. Bakalım. Hayırlısı.

22 Haziran 2010

Yükleniyor

Hani böle internettesin, her şey güzel gidiyo, ordan oraya ceylan gibi sekiyosun, sonra bi anda bi sekme açıyosun da o sekmede açmak istediğin şey hemen açılmıyo ya, hani yükleniyor diyo, yuvarlaklar dönüyo. Yükleniyor diyo ama sen biliyosun ki yüklenmiyo o, oyalıyo seni, yüklenmicek hissediyosun, zaten yüklencek olsa şimdiye çoktan yüklenirdi, yüklenmiyo işte. Birazdan da ay tüh yükleyemedik dicek, pis. İşte ona ben çok sinir oluyorum. Böle içimden bi canavar çıkçak gibi oluyo.

25 Mayıs 2010

Löst














Kayıp olmuş gidiyorsun,
bize veda ediyorsun.
Sakın ağlama diyorsun,
ağlamamak elde değil.

Hoççakal Lost.
See you in another life.

22 Mayıs 2010

Elif E.

Bu ara cidden 'çıldırık' durumdayım. Birtakım problemlerden ötürü Serhat'ın beynini yiyorum her konuşmamızda. Konuşmadığımız ve benim uyanık olduğum zaman dilimindeyse kendi beynimi şeediyorum. Bu durum bir minör depresyona sebep oldu sanırım bende, bu da beni iyice üşengeç bir insan yaptı. Kolumu bile kaldırasım gelmiyo valla, o derece. Üşengeçlikten naapçaamı şaşırdım. Tabi bu durumdan nasibini alan blog da iyice 'Biricik Consi'nin Aylığı' halini aldı. İşin kötüsü şeyimde değil! Varsın alsın diyip geçiyorum. Ama artık bişiyler karalamak lazım:

Geçen hafta canlı kanlı John Malkovich izledik sahnede. 'Şeytani Komedya'yla şenlendirdi şehrimizi kendisi. Oyun gereğinden fazla uzun aryalar dışında iyiydi, Malkoç sahnede inanılmaz rahattı. Tabii ki. Yalnız oyundan önceki basın toplantısında, sorulara verdiği cevaplardan anladığım kadarıyla kendisi biraz tuhaf sanıyorum. Neyse nasıl isterse öyle olabilir, beni ırgalamaz aga! Adam tee dünyanın bi ucunda yaşıyo beni hiç ırgalamaz ama yan dairede yaşayan kızların hayatı ırgalıyo mesela beni. Hele de dün sabah yani öle bi ırgaladı ki, sinirimden ağladım uykumda! Yatağımın dayalı olduğu duvarı paylaştığım yan daire kızı büyük ihtimalle telefonunu evde unutmuş. (çünkü başka türlü 1 saat boyunca çalan telefonu duymamak için ölü filan olmak gerek) Onun o lanet olası polifonik telefonu sabah 7'den 8'e kadar hiç durmadan çaldı. Hiç abartmıyorum, zaten öle abartmak gibi huylarım hiç yoktur, yani çoğu zaman yoktur, yani çok az var bazen, hiç susmadı ya telefon! Bi de Nokia Tune çalıyo yani. Bişey olsa bari. Yani benim de mesela alarmım 3-5 kere çalıyo sabahları ama benim ki şahane Friends müziği. I'll be there for you filan diye şen şakrak başlıyoruz güne biz o melodiyle. Ama bu karınınki Nokia tune lan! Dırınını dırınını dırınını nııııı filan yani. Sinirimden naapıcamı şaşırdım. Kafama yastığı çekiyorum olmuyo, elimle kulağımı tıkıyorum olmuyo, yok yani, napsam olmuyo, duyuyorum. Kalkıp salondaki koltuğa yatiym diye içimden geçiriyorum ama arayan da heralde artık telefonun açılmicaanı anlıcaktır bikaç saniye içinde diye de bi ümit var içimde. Ama yok, anlamadı mal! Artık saat 8'e gelirken, ben sinirden kudurmuş bir halde, "hangi gerzek orospu çocuğu bu yaaaaaa!" diye bağırarak (uyurken çok sinirli oluyorum) ağlamaya başladım, sonra da zaten saat 8.15 oldu, yataktan kalkma vaktim geldi. Tabi o şekilde başladığım günden bi hayır gelmedi..

Bu arada yerel gündemden ülke çapındaki gündeme geçmek gerekirse, ülkede bir Kılıçdaroğlu rüzgarı esiyor, sormayın gitsin. Ben de dahil herkeste bir heyecan. Destekleyenlerle desteklemeyenlerin heyecanı farklı tabii ama sonuçta CHP'de ve ülkede yıllar sonra kocaman bir değişiklik oluyor. Bu sabah kurultaydan canlı yayın eşliğinde yaptık kahvaltımızı, Kılıçdaroğlu'nu dinledik kürsüde. Daha önce belediye başkanı adayıyken Baykal adamın konuşmasına pek izin vermediğinden nasıl konuştuğundan pek haberimiz yoktu, ama baya baya kaplanmış herif meğer. Konuştu yani bildiğiniz. Liderlik vasfı yok, o yok, bu yok diyenlere kapak olacak sanki bu gidişat. Hadi bakalım.. Canlı yayın demişken, Ntv'den takip ettiğimiz canlı yayında Oğuz Haksever öyle bir sıçtı ki! Mikrofonun açık olduğunu fark etmeyip, "Abi bu herif daha bi kurultayı yönetemiyor, memleketi nasıl yönetecek" dedi. Biz masada kocaman gözlerle birbirimize bakıp, bir hassiktir çektikten sonra ekşiye abandık tabii. Olaydan bihaberler için şöyle bir link vereyim de bi hayrım dokunsun. Şöyle buyrun.

Ha bi de şöle bi olay var. Ahahahay, çok gülüyorum her aklıma geldiğinde. Geçen hafta Erkan Abi Radikal İki için bir Nejat İşler söyleşisi yaptı, kasedin deşifresini de ben yaptım. Çözerken herifin ettiği bütün küfürleri aynen yazdım sonra da altına bi not düştüm, "Küfür de pek yakışmış ağzına, yerim yerim.." diye. Erkan abi de sağolsun o notu sayfaya da basmış. Üstelik de şöyle bişeydi yanılmıyosam; "Deşifreyi üstlenen Nejat İşler hayranı arkadaşımız Elif Ekinci'nin notu: Küfür de pek yakışırmış ağzına :)" Sayfa taslağında bunu gördüğümde suratımı düşünebiliyo musunuz sevgili izlekler. Yani az kalsın yarın Radikal İki'de bu cümleyi aynen okuycaktınız! Neyseki kimseye çaktırmadan, tashih aşamasında, 'nejat işler hayranı' kısmını ve soyadımı attım da biraz da olsa gizem yaratmayı başardım. Bu da böyle bir anımdı işte.

Ya son olarak şunu sölemek istiyorum. İçimde tutamıcam daha fazla. Bugünlerde Google Pac-man'in 30. yılı için bi logo tasarladı ya hani. Google logosunun etrafında Pac-man oynuyoruz filan. Hah işte onun sadece kendisi oynuyo sanan bi arkadaşım var benim facebook'ta yaaa. Bu insanın hayatında ekşi, twitter filan hiç bişe yok heralde lan. Bi de status'üne "benden başka oynayan var mı?" filan yazmış. He yok amınakoyim bi sen zekisin, bi sen biliyon. Yarappim o nası izole bi hayat ya.. Tasavvur bile edemedim, o derece internetin köpeğiyim. Neyse hadi ben daha fazla sosyal ağlardan eksik kalmıyım, yazımı burada bitiriyorum.

Sevgiler,
Elif E.
Hahahha

01 Mayıs 2010

1 Mayıs 2010

1 Mayıs gözlerimlerimden bu sene de sizleri mahrum etmiyorum, hadi yine iyisiniz...

*Halkların kardeşliğinin vurgulandığı bir günde istiklal marşı çalan zihniyeti kınayarak başlamak isterim söze. O neydi öyle allaşkına, şaka mısınız siz?

*200 bin kişinin katıldığı iddia ediliyor, doğrudur da, kalabalıktı hakkaten ama bu kadar mı coşkudan yoksun olunur be! -Kendi kendilerine çalıp oynayan Birleşik Metal İş Sendikası'nı tenzih ederim- Onlar şahaneydi. 1 Mayıs'ın gerektirdiği her şeyi yaptılar hakkaten(halay olsun,coşkulu sevinç gösterileri olsun), hörmetler kendilerine...

*1 Mayıs marşını çalmaya başlayıp 20. saniyede sesini kısan, ondan sonra da habire kayıp kimlik, kayıp çocuk duyurusu yapan arkadaşlar, coşkusuzluğun müsebbibi biraz da sizsiniz! Gıcık Dj'ler gibi sesi bi açıp, sonra en güzel yerinde kısıp konuşmaya başladınız bütün enerjiyi emdiniz, nalet olsun size be!

*Timur Selçuk, canlı performansına 10 üzerinden gerçekten düşük veriyorum. Komik bir yargı olduğunun farkındayım ama öyle, üzgünüm.

*Zonguldaklı maden işçilerinin arasındaki, baretine -tahminimce- sevdiceğinin ismini kazıyan vardı. Ağlattın kardeş :(

*Süleyman Çelebi (kısık sesi ve kırmızı kazağı bu yıl da kendisini yalnız bırakmamıştı) geçen yılki gibi bizi karşılamadı, kendisine biraz gücendik açıkçası.

*Son olarak; kürsüdeki ince sesli kadın! Lütfen sen bidahaki yıl filan hiç konuşma tamam mı, nolur.

28 Nisan 2010

Taym


Merhaba sevgili okur,
Artık ipin ucunu iyice kaçırdım, yazma sıklığım ayda bire kadar düştü ama bu ara çok acayip bir zamansızlık sorunu yaşıyorum. Bazı günler, bir günün 24 saatten kesinlikle fazla olması lazım geldiğini düşünerek bazı günlerse bunu bile düşünemeden geçiyor. To do list'im de üstü çizilmesi gereken şeyler bitmiyor, bitemiyor. O eski boşluktan eser yok şimdi. Çıldırmanın eşiğindeyim. Geçen hafta Fenerbahçe-Beşiktaş maçı sonrası bi yazı çakacaktım ama gene bişey çıktı olmadı, olamadı. Aklımda bir de zaytung yazısı var aslında. Ama bunlardan önce yazılması gereken pek çok şey var. Belki ilerleyen günlerde. Hadi sağlıcakla.

23 Mart 2010

23

Baştan sölüyorum, "23 yaşımdayım of çok yaşlandım" filan muhabbeti yapmicam. 30'dan önce de yapmayı düşünmüyorum. Biliyosunuz hiç bir zaman klişeye düşen biri olmak istemedim. O yüzden direkt 'geceden notlar' kısmına giriyorum.

Doğum günümü saat henüz 00.00'da ilk kutlayan seslisozluk.com oldu. Bakınız şu şekilde bir maille;
Sevgili Dear elif ekinci,
Dogum gunun kutlu olsun. We wish you a happy birthday.
Gönderen kısmında seslisozluk yazmasaydı da ben bu mesajın ona ait olduğunu anlardım büyük ihtimalle. Kendisine buradan teşekkürler thank you gracias danke schon ve dank u diyorum...

Daha sonra gün içinde beni arayıp doğumumu kutlayan arkadaşlarımın "ee akşam naapıyoruz?" şeklinde herhangi bir sürprizden gerçekten çok uzak cümleleri yüzünden biraz doğum günü olayından soğusam da hemen kendime gelip hepsine bir güzel çemkirmeyi ve zorla da olsa bir doğumgünü organizasyonu yaptırtmayı bildim. Ev-dostlar-doğumgünüpastası-bira dörtgeni içinde eğlenceli dakikalar yaşandı. Buradan herkese özellikle de 'Özsüt'ün Aynası' adlı ödüllü pastama minnetlerimi iletiyorum. Siz de iyki varsınız. Özellikle de sen, Özsüt'ün Aynası!

Mor ve Ötesi - 23

02 Mart 2010

hepisiburda.com

Sütyen kaldırıcının ne olduğuna dair bir fikrim yok ama Bihter kolyesiylen beraber edinirsem çok fiyakalı olabilir diye düşünüyorum.

17 Şubat 2010

Kuaförler ve kadın egosu

Geçen gün bir haber aldım ve resmen yıkıldım! Kaşçım, yani kaşımı alan insan, ki ben Demet diyorum kendisine kaşçı felan demiyorum aslında, çünkü adı Demet, neyse; kuaförle yollarını ayırmış! Menejerine de "bana klüp bul!" dediği öğrenilmiş. Hehe, yok lan yok, öle ayrılmış gitmiş işte..
"Eee?" dediğinizi duyar gibiyim ama demeyin bak! Bir kadının hayatında kaşçı çok bacayip bi öneme sahip bence. Bu arada az önce acayip yerine bacayip yazdım ama bilerek silmedim, tınısı çok hoşuma gitti kelimenin. Tını. Uuu.
Çünkü kaş, kadının surat ifadesini değiştirebiliyo gayet bence. Yani çok şapşal bi ifadeye sahip bi kadın güzel bi kaş modeliyle en azından normal bi ifadeye sahip olabiliyo. Bunun dışında, kaş bizim ev ahalisi olarak çok problemli olduğumuz bir konu. Özellikle bir Çağla'mız var ki kendisine kaşlarını almaya başladığından beri -yaklaşık bi 10 yıldır- hiç bir kaşçıyı ve kaş modelini beğendiremedik henüz. Ben de ondan geri kalmıyorum gerçi, her kaş alımı sonrası, "ay şurdan fazla girdi", "vay burayı niye bu kadar kesti" şeklinde serzenişlerimi hiç eksik etmiyorum. Ama olay her seferinde kaşlarımın alınmadan önceki halini gözümün önüne getirip "neyse ya iyi böle iyi" deyip sakinleşmemle tatlıya bağlanıyor.
Kaş aslında gereksiz yere büyütülen bir konu, çünkü -kendi adıma konuşuyorum- bir haftada eskisinden de gür bir şekilde bitbitbit çıkıyolar hemen meydane. Gerçi bi de 'kaşın küsmesi' tabir edilen olay var. O da anlayabileceğiniz bir çeviriyle; kaşın istenilen modeli elde etmek için en lazım olan kısımlarının çıkmaması demek oluyor. Bu duruma çözüm olarak kuaförlerimizdeki kaş uzmanları "ı ıh burdaki kaşlar küsmüş, çıkmaz bunlar, ama sen naap biliyo musun, her gece yatmadan buraya böööle sarımsak sür" şeklinde son derece bilimsel çözümler öneriyor. Ama biz onları dinliyor muyuz? Tabi ki hayır! Peki kaşlar çıkıyor mu o lazım olan yerlerde, ona da hayır! Olsun.
Eveeet, kaş meselesini elimden geldiğince uzattım, sizlere "hayamınakoyim ne kaşmış yaa" dedirttirebildiysem ne mutlu bana efendim..

Bir de saç mevzuu var tabii. Asla ve katâ istenilen modeli kesmeyen kuaförlerle dolu memleket. Özellikle ergenlik yılları kuaförden eve yaşlı gözlerle dönüş sahnelerinin çok yoğun yaşandığı bir dönemdi benim için, ama şimdi hem biraz daha büyüdüm-öeeh küçülüp de kimin cebine girsem acaba, biraz dediğim işte bi 10 yıl geçti o günlerin üstünden- hem de sanki daha profeşınıl kuaförlerle haşır neşir oluyorum gibi. Samsun'daki Sebahat teyzemin hakkını yemek istemem tabii, buradan kendisine öpücükler gönderiyorum, ama Baby Face kuafördeki Cem'den daha bi memnunum açıkçası. Perçem kestirince Gönül Yazar'a benzemiyorum en azından burda!

Kuaförler arası farklılıklar mevcut tabii ama değişmeyen bir şey varsa o da, hepsinin bir öncekine "hımm kim almışsa bu kaşını benden önce, hep kırmış" şeklinde bok atması ve kuaför ortamında peydah olan 'kadın egosu'dur.
Bu 'kaşı kırmak' meselesi ezelden beri mevcut ve artık beni fena halde sıkmaya başladı. Ulan biriniz de bi yenilik getirin olaya, mesleğe bi katkınız olsun be! Bazen Facebookta 'Kuaförünün "bu kaşı kim aldıysa hep kırmış" demesini istemeyen 1 milyon kişi bulabilirim (~*arkadaş listeni davet etmeyeceksen katılma*~)' diye grup açasım gelmiyor değil hani..
Kadın egosu meselesiyse çok daha derin bi konu. Bence ilgili bölümler tez olarak filan bile ele alabilir bu konuyu. Dediğim gibi memleketin her köşesinde kuaför muhabbeti denen şey aynı. Zaten kuaför salonları da hep aynı. Hatta kuaförler de hep birbirine benzer şeklindeki iddiamla ortalığı iyice coşturmak istiyorum şu an. Bakın şimdi bi kuaför ortamı betimlicem, hanginiz böyle bir ortamda bulunmadınız bi düşünün tamam mı?
Bir apartmanın giriş katına konuşlanırlar genelde kuaförler. İçeri girersiniz, sizi sürekli çalışan saç kurutma makinelerinin insana beyin amcıklaması yaşatan uğultusu karşılar. Daha nooluyorum demeden saç spreyinin o adi kokusu ciğerlere dolar. İçerde kuaförümüz, bir adet kalfa, bir adet çırak, ve ortalama 2 yahut 3 adet müşteri vardır. Kuaför büyük bir ciddiyetle işini yapmaktadır. Kalfa, kalfa olmanın verdiği ağırlıkla sanki her an ordan ayrılıp kendine dükkan açabilirmiş gibi bir surat ifadesiyle ortalarda dolaşır. Çıraksa, -çırak niyeyse hep erkek olur bu arada, kalfalığa geçince nasıl kadın haline dönüşüyolar hiç bir fikrim yok- uzay mekiğini andıran, böyle geri geri jölelenmiş saçları, sarı veyahut pembe kapşonlu Abercrombie sweatshirtü ve sarı botunun içine tıktığı paçalarıyla biraz da çıraklığın verdiği hovardalıkla gezinir ortalıkta. Kuaförün duvarları dünya üzerinde hiç bir kadının sahip olamayacağı kadar sağlıklı ve muhteşem fotoşoplara -pardon saçlara- sahip olan kadın afişleriyle doludur. "Ay evet evet işte tam böle istiyoruuum saçımıı" filan demenize yarar. Ama tabi mümkün değil, azıcık bile benzemez o saça ve modele sonuç.
Pek kuaför meraklısı bir insan olmamama rağmen bu konuda söyleyecek baya lafım varmış, ben de şaşırdım açıkçası. Dediğim gibi kadın kuaförleri egoların havada çarpıştığı yerlerdir ve hepsinden nefret ederim, erkek kuaförleri daha samimi sanki. Onlar hakkında tek bildiğim Brad Pitt'in şu gepgenç ve çipçirkin olduğu resmini camlarına asmakta inanılmaz ısrarcı oldukları. Yani hepsinde tam olarak bu olmasa da adamcaazın bu yaş civarındaki resimlerinden herhangi biri. Geri kalan bütün fotoğraflarını (mesela şunu*) kıskandıkları için böyle bir şey yaptıklarını düşünüyorum, bilmiyorum..

30 Ocak 2010

This week in theatres

Bu ara günler oldukça fantastik geçiyor. Gazetedeki bilgisayarım her ne kadar tüm enerjimi emse de hafta içi !f partilerinden veyahut konserlerden geri kalmıyorum. İyi de oluyor. Beklenen atağı yapamasam da kanatlardan bastırıyorum. Mutlu günler göreceğime inanıyorum. Hadi bakalım...


Haftaya Ezel'i yeni kanalı atv'de izleyerek başladım. Turuncu turuncu böle. Bi acayip. Tık piliz.

Ertesi gün dünyada çok güzel dudaklı insanlar olduğunu fark ettim. Bir kere daha. Ama hala ayrık diş ve ince dudak sorunsalımı Madonna'nınkileri aklıma getirerek savuşturabiliyorum. Sorun iyi bir noktada bence. Madonna'nın dünya starı olduğunu benimse sadece kendi odamın starı olduğumu farkedene kadar genelde başka bir şey düşünmeye başlıyorum. O yüzden fazla derin bir etki bırakmıyor bende. Şimdilik.
Salı günü !f İstanbul'un basın davetinde boy gösterdikten sonra bir kez daha gazeteciliğin doğru meslek olduğuna karar verdim.
Çarşamba günü taze grup 'Kaçak'la röportaj günüydü. Thales'te buluşup söyleştik kendileriyle. 1 saatlik acayip eğlenceli bir söyleşi oldu. Ali ve Övünç sayesinde tabii. 'Ses kayıt cihazının kayıt etmeme ihtimali' paranoyam dışında gayet iyiydi yani. Eve koşup kayıt cihazını deşifre edip okuduğumda, röportaj adeta "beni yazı haline çeviiir, soru cevap yayımlamaa" diye bağırdığı için yazıya dönüştürdüm. Bugünlerde Radikal'in kültür sanat sayfalarında okunabilecek. Okunabildiği zaman kesinleştiğinde de bu blogda linki verilebilecek. -Biraz sabır.
Röportaj sonrası Mask'taki konserlerini dinlemeye gittim. Adamlar sahnede cidden iyi. Özellikle Tarkan'dan 'Bu gece' coverları ve 'I like the way you move'u dönüştürdükleri şahane versiyon...Şubatta Bronx'da tekrardan dinlenmeliler.

Bunların dışında; bir hafta değerlendirmesi yapmaya kalkarsam şunu söyleyebilirim ki; bu hafta en sinir olduğum şey, Sütaşkı reklamı oldu. 'Negadada' kötü değil mi sizce de, bence öyle! Candan Erçetin'in tahammül edilemez bir sesi olduğunu düşünüyorum çoğu zaman.
Zaytung.com'un 'Bunun siyahının mediumu var mı?' anketinden sonra en çok güldüğüm şey neydi bilmiyorum. Muhtemelen sitedeki haberlerden herhangi biriydi. Ama en çok güldüğüm anket oldu.

Bu arada bu postta bir konu bütünlüğü olamadı. Deli kızın çeyizi tadında oldu biraz. Olsun varsın.

Son olarak, "Radikal'in hiç tv izlemeyen tv sayfası editörü olmanın verdiği ironik tat hiçbir şeyde yok. Onu da söyleyeyim." diyor ve burayı terk ediyorum. Bay. demeden önce "Şuraya bir şarkı koyayım da, havamızı bulalım" diyorum. Şimdi bay.

Nedendir bilmem;
Bush - The Chemicals Between Us

19 Ocak 2010













Katillere
inat,
kardeşimsin
Hrant.

18 Ocak 2010

1500

Sanırım biraz fazla yorgunum ve kafam gerçekten de binbeşyüz. (yorgunluktan)

17 Ocak 2010

Çat!

Süpürge fişi çıkması! Erkekler, bu olay kaçınıza anlamlı bişeyler çağrıştırdı bilmiyorum. Ama daha önce en az bir kez ev süpüren herhangi bir kadınsanız şu an tüyleriniz diken diken oldu. Buna eminim. Elektrikli süpürgenin o hayattan soğutan uğultulu sesi eşliğinde ev süpürürken, ve bu eylemi devam ettirmek için en ufak bir motivasyona bile sahip değilken karşılaşılan o menem olay! Süpürge fişi çıkması - Beni çok sinirlendiriyorsun ve senden gerçekten nefret ediyorum!

Hafta içi her sabah erkenden ve ağlamaklı uyanmaktan, servisi yakalamak için meydana tırmanmaktan ve gün boyu bilgisayar başında oturmaktan, buna bağlı olarak baş ağrısı çekmekten bitap düşmüş bünye yani ben, cumartesi günü öğlene kadar uyuyup uykuya doydum. Evden çıkmak istiyordum fakat Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası tüm yurdu işgal ettiğinden dışarıya çıkılacak gibi değildi. 2010 yılına girmemize rağmen hala bazı teknik sorunlar yaşayan internetimiz ise olayın tuzu biberi oldu. Evin içinde sıkıntıdan patlamak üzereydim ve kendime bir meşgale arıyordum. Temizlik yapmaktan hoşlanmayan bir kadın olarak aklıma ilk önce bulaşık yıkamak geldi. Mutfağa gidip musluğun üstündeki tek tük bulaşığı püripak ettikten sonra gözümü yeni bir şeylere dikmiştim. Bir şeyler yapmalı, bir şeylerle oyalanmalıydım. Film izlemek ya da kitap okumak istemiyordum zira bütün hafta kültür ve sanata gerçekten doymuştum. Zaten adeta bir asimetri hastasınınki kadar çekili ve düzenli odama biraz daha çeki düzen vermeye çalıştıktan sonra artık o son çareye başvuracaktım. Kaçış yoktu. Ev süpürmek!
Zor olucaktı, biliyordum ama başka çarem yoktu. O gıcık uğultulu ses ve beli s.kerten o duruş! Dünyanın en bedbaht kombini! Yani, anlayamıyorum; kim o uğultu eşliğinde, yere 45 derece eğik bir açıyla durarak elindeki zımbırtıyı ileri geri ittirmek ister ki? Bunu severek yaptığını söyleyen hiç bir kadına inanmıyorum! Ayrıca o kadınların söyledikleri diğer hiç bir cümleyi de kâle almıyorum çünkü açıkçası aklından birazcık zorunun olduğunu düşünüyorum. (Aklından zoru olmak? Bazı deyimlerimiz cidden üzerine kafa yormayı gerektiyo.)
Neyse, nerde kalmıştım? Ev süpürmek... Makineyi alıp, kablosunu sabrımın yettiği kadar çektikten ve en yakın prize taktıktan sonra başladım süpürmeye. Çevre odaları süpürdükten sonra uzunumsu koridorumuzu geçip salona ulaştım. Her şey olabildiğince iyi gidiyordu, hatta neredeyse alışmıştım bu süpürme işine, derken; çat! Gerim gerim gerilen priz daha fazla uzayamayacağını anlayıp yerinden çıktı ve makinenin sesi aniden kesildi.
Bu olay ikea'nın 38m2'lik evlerinden birinde yaşamıyorsanız mutlaka sizin de başınıza geliyordur. Ne sıklıkta bu durumla karşılaşıyorsunuz bilmiyorum ama ben her seferinde yaşıyorum bunu!! Ve hala her seferinde tam makinenin sesinin kesildiği o an beynim resetleniyo sanki, mal oluyorum bi an için. 'Nooluyo lan!' diyorum. 'Hee' diyorum sonra. Tabii bunlar bir nanosaniye içinde filan oluyo. Saniyeler süren bir monolog yaşamıyorum kendimle, o kadar da aklımı kaybetmedim henüz.
Böyle işte. Aslında sadece fiş çıkınca yaşanan o bir anlık sinir harbinden bahsetmek istemiştim ama baya uzamış yazı.
Başka konu başlıkları da vardı hatta ama şu an hiç biri aklımda değil inanın. Başka baharlara artık. Aslında bazen aklımı biraz kaybetmiş olabilirim diye düşünüyorum.

05 Ocak 2010

Kürk Mantolu Madonna

"...halbuki şimdi her şey değişmişti. Bu kadının resmini gördüğüm andan beri geçen hafta içinde, ömrümün bütün senelerinden daha çok yaşadığımı hissediyordum. Her günüm, her saatim, uyuduğum zamanlar bile dopdoluydu. Bana sadece yorgunluk veren uzuvlarım değil, ruhumun da yaşamaya başladığını, içimde, haberim olmadan bekleşen üstü örtülü derin tarafların da birdenbire meydana çıkarak bana fevkalade cazip, kıymetli manzaralar arz ettiklerini görüyordum. Maria puder bana bir ruhun bulunduğunu öğretmişti ve ben de onun, şimdiye kadar rastladığım insanlar arasında ilk defa olarak, bir ruhu bulunduğunu tespit ediyordum. Muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ama birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gideceklerdi. bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden meydana çıkıyordu. Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya - ruhumuzla yaşamaya başlıyorduk. O zaman bütün tereddütle, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için, her şeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu..."

04 Ocak 2010

Uzun İhsan Efendi

"Yeniçeriler kapıyı zorlarken uzun ihsan efendi hala malum konuyu düşünüyor, fakat işin içinden bir türlü çıkamıyordu.
'Rendekar doğru mu söylüyor? düşünüyorum, öylese varım. Oldukça makul, fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar: düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor.
Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öylese gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.'
Kapı kırıldığında uzun ihsan efendi kitabı kapattı. Az sonra başına geleceklere aldırmadan kafasından şunları geçirdi: 'Dünya bir düştür. Evet, dünya..ah! Evet, dünya bir masaldır.'"